15 Ocak 2007 Pazartesi

EMEĞİN SANATI'NDAN 4. MERHABA





EMEĞİN SANATI'NDAN MERHABA

                                       SANATI YAŞAMIN KALDIRACI KILMAK YA DA YENİDEN SOSYALİST GERÇEKÇİLİK 

Devrim yoluyla burjuva gerçeği, sosyalist gerçeğe dönüşmeye başladığında, dünya edebiyatında da yeni bir tip gerçek kavramına gereksinme doğdu. Bu yeni bir tip gerçek kavramı, daha önceki dönemlerin büyük, estetik başarılarını devralmıştı ve tarihsel deneyim ve birikimden  güç alıyordu. Baş kaldıran romantik kahramanı dikkatle  inceledi. Kahraman, dış koşullar ile birey arasındaki etkileşmeden doğan gerçeklik ilkesine dayanıyordu. Bu gerçeklik, daha önce olanları aynıyla tekrarlamıyordu. Çünkü sosyalist gerçekçiliğin ele aldığı  “akıl” soyut değil, tarih içinde somut bir “akıl”dı. Sonra dış koşullarla giriştiği savaşta yeni kahraman, yeni çevrenin içinde gelişmekte ve denetimi eline almakta olan yeni bir kaynaktan güç alıyordu. Sonunda yeni gerçekçilik, yeni kahramanı, —Marksçı anlamda— çevrenin belirlediği bir insan olarak yorumluyordu.  Bu insan anlayışı da, her türlü bulanık düşüncenin ve otomatikleşmiş insan anlayışının tam tersiydi.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi Programını incelediğimizde, sosyalist gerçekçiliğin ana çizgilerini de buluruz:  

“Halk ile partinin birliği ve yakınlığı ilkesine bağlı SOSYALİST GERÇEKÇİ sanatta, yaşamın sanatsal açıdan yansıtılmasında gözü pek bir öncülük, dünya kültürünün ilerici geleneklerinin işlenmesinden ve geliştirilmesinden ayrılamaz... Yazarlar, ressamları yontucular, müzikçiler, tiyatro emekçileri ve film yapımcıları; çok çeşitli biçimleri , üslûpları ve türleri kullanarak yaratıcı girişimlerini ve ustalıklarını göstermede daha iyi olanaklar edineceklerdir.” 

Bu saptamadan yola çıkan GORKİ, sosyalist gerçekçiliği, “Sosyalist deneyime dayalı,  gerçekçi, mecazlı düşünmek” olarak  tanımlar. 

Görülüyor ki, sosyalist  gerçekçilik, yeni bir toplum kuran ya da kurmak için eyleme geçen; bu toplumun karşılaştığı ya da karşılaşabileceği sorunlara  çözüm seçenekleri oluşturan, toplumun geçirdiği süreci yansıtan bir sanat yöntemidir. Sosyalist gerçekçilik, tarihsel görevlerin yerine getirilmesini, bu görevlerin insancıl biçimde çözümlenmesini, bunun kitlelerin savaşımıyla sağlanabildiğini; bu savaşımda kitlelerin değişime uğradığını göstermeyi hedefledi. Kaldı ki bu savaşım, salt savaş alanlarında verilen açık çarpışma değil, insan ruhunda geçen iç savaşımdı. Bu iç savaşımın amacı, başkalarını yaratamayan, üretemeyen insanlar olarak gören; bilinçli disiplini hümanizme karşıt sayan, örgütlü takım çalışmasını bireyin gelişmesini engelleyici bir olgu olarak gören insanlar arasında sosyalizm karşıtı görüş ve inançları yok etmek çabasıydı. Günümüzde reel sosyalizmin gerilemeye geçişiyle birlikte kapitalizmin vahşi zafer çığlıklarının ardından yoksul emekçilere, ezilen uluslara saldırısı daha da yoğunlaşırken sosyalizmin,  gerçek hümanizmin güvencesi ve  tarihin yaratıcısı olarak gördüğü insanı yüceltme yolu olduğu bir kez daha ortaya çıktı. İşte  Sovyetlerle birlilkte tükendiği öne sürülen sosyalist gerçekçilik dünya kitaplıklarında Gorki  ile, Şolohov ile, Simonof ile, Ehrenburg ile, Mayakovski ile, Yesenin ile sürmektedir. Bu yazar ve şairlerin devrinin bittiğini ileri sürme cesaretini kim bulabilir?  

Yeniden sosyalist gerçekçiliğin oluşumunun temel taşı burada atılıdır... EMEĞİN SANATI olarak sorumluluğumuz, çağımızın gelişimini ve yeni beliren çelişkileri göz önünde bulundurarak sosyalist gerçekliğin yeniden çağcıl dönüşümünü tasarlamak, yaşama geçirmektir.  Sanat alanını kaplayan postmodern mantarların iç yüzlerini ortaya çıkarmak, sanat yapıtını  metalaştırma çabasında olanların karşısına duvar gibi dikilmektir. Bu bağlamda “toplumcu gerçekçiler”le de karıştırılmamamız gerekir. Çünkü aramızdaki fark, diğerinin Türkçeleştirilmiş olmasının çok daha ötesindedir...Çünkü “toplumcu gerçekçi”lerin gerçekliği, düzenin duvarlarıyla sınırlıdır. Daha ilerisine gidemezler. Bir yönüyle düzenle uyumludur çabaları. Biz “yeniden sosyalist gerçekçiler” bu konuda sınırları aşma çabası ve savaşımı içinde olacağız. 

Eleştirileriniz ve önerileriniz  yolumuza ışık  tutacaktır...

Ali Ziya Çamur

 BU SAYININ SAVSÖZÜ

“Ben şu sıralar özellikle dünyada ve Türkiye’de bir uzman cahiller ordusu oluştuğunu düşünüyorum. Dünyaya ve insanlığa genel olarak atılan en büyük kazıklardan bir tanesi; prodüktiviteye yani ekonomik verimliliğe, iş verimliliğine dolayısıyla anglo-sakson pragmatizmine endeksli hayat tarzı ve uzmanlaşma modeli. Dolayısıyla da insanın kültürel olarak fakirleşmesi. Bu öyle bir hale geldi ki, şu anda Türkiye ve dünyada, “şiiri sadece şairler yazar, şarkıyı sadece şarkıcılar söyler, oyunu sadece oyuncular oynar, fıkrayı sadece fıkra uzmanları anlatır, siyaseti sadece stratejistler yada bir takım enstitülere bağlı bacak kadar çocuklar konuşur, yani hayatta insanlar işi ve uzmanlığı dışında hiçbir şey yapamaz ve konuşamaz” gibi bir genel algı var. Hedeflerimizden biri bunu kırmaktı. Çünkü bundan 20 sene önceye kadar insanlar bir rakı masasında oturuyor, biri şarkı söylüyordu biri saz çalıyordu birisi fıkra anlatıyordu, birisi de siyasetten bahsediyordu. Yani ben şunu söylemiyorum burada, “herkes profesyonel oyuncu olsun” demiyorum. Herkes Robert de Niro olmayabilir, ama herkes oyuncu olabilir.

Ben sanatın birtakım insanların eline bırakılması yerine her insanın sanat ve kültürle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyorum, savunuyorum. Bu aynı zamanda sosyalizmin bir önerisidir. Fransız İhtilali’nin bir önerisidir. Yani ütopyadaki gibi “öğleye kadar ziraat öğleden sonra balıkçılık, akşamda roman yazma” şeklinde. Herkes şiir yazmaya çalışırsa, herkes şarkı söylerse… Kültür ve sanatla uğraşan toplumlarda şiddet, gericilik, faşizm gibi şeyler kolay kolay giremez. Bunun örnekleri ortada: bugün Küba’ya gidiyorsunuz 12 milyon nüfusun 5 milyonu profesyonel düzeyde müzikle uğraşıyor ama aynı zamanda adam diş hekimi yada başka bir meslek sahibi…” DONDURMAM GAYMAK filminin yönetmeni YÜKSEL AKSU

   
YAŞAM VE SANATTA  
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ


         KAR DOĞUDA YOLLARI HÂLÂ KESİYOR, BATI KURU !..

Kış  bastırdıkça bastırıp  ak ve kalın abasını dağların ve ovaların  üstüne sermişken, baskı, zulüm ve yoksulluk çemberinde inim inim inleyen dünya insanlarının gözyaşları gibiymişçesine seller akarken  üzerine üzerine kirli dünyamızın; ülke ve dünya güncelini de gözden ırak tutmayan  bir sanat dergisine uyan, farklı bir hava yorumuyla karşınıza  çıkmayı diledik.

Para tutkusu ve aç gözlülüğün kararttığı dünyayı, doğa ana kimi gözlerden sakınırcasına kardan ak bir örtüyle örtüyor. Kar, gözümüzü ve gönlümüzü şiir bahçesine akıtıyor. Dağlara vuran karla birlikte kar şiirlerinin kervanı akıyor gözümüze...

NÂZIM gibi sanki karlı kayın ormanında geceleyin bir yürüyüşe çıkıyoruz ve efkârlıyız. Uzanacak ve uzatacak bir el arıyoruz.

A.Muhip DRANAS, karla birlikte bizi başka evrenlere sürüklüyor: "Kardır yağan üstümüze geceden / Yağmurlu, karlı bir düşünceden / Ormanın uğultusuyla birlikte / Ve dört nala dümdüz bir mavilikte / Kar yağıyor üstümüze inceden"

Nevzat ÇELİK, eve tutsak bir çocuğun gözüyle bakıyor karlara: "evimin önü yokuş / sokağımı kar tutmuş / al da uç gözlerimi / kanatları gümüş kuş / al da uç'"

Cahit KÜLEBİ, karı ve kışı biraz daha karamsar karşılar: "Karanlık kış günü akşamüstü / Bırak kendini sokaklara / Git bakalım gittiğin kadar! / Freni bozuk kamyonlar gibi."

Ahmet TELLİ, en güç durumda da umudunu korur: "Buz rengindeyse bile günler, / donuk ve pusluysa da öfke / donmuş bir yeryüzü değildir / yaşamın bütün bir görüntüsü /..../Donmayan bir şey kalmıştır / düşüncenin sımsıcaklığıdır o / damarlarındaki devinimi duy / ve suyun buz altındaki akışını / Soluğun yetebilecek mi dersin / kendinden başkasına da biraz..."

Şiirsel görüntülere çevirelim biraz da gönül kameramızı. İki Temmuz Sıvas'ında yaktığımız Behçet AYSAN, bir ressam titizliğiyle aktarıyor duygularını: "savrularak inceden / yumuşak dokunuşlarla / serpilip avuç avuç usta vuruşlarla / bir çini karanfil / bir atlastan şal / sağdı puslu bulutların gri hüznünü / çatlayan yüreklerin nar kabuğu testisine / sevdalı bir gülücüğün yeşim taşlı peçesine / ve öveçler'de / bir evin gecekondu bahçesine / yağdı ilk kar."

Acaba Güneyli şairler ne söylemiş? Antalyalı Metin DEMİRTAŞ, "Tepelerde benek benek kar mendilleri" diye uzaktan kar'a sevgisini dile getiriyor. Ali Ziya ÇAMUR da, "Çam dallarında, tepelerde  kar / ovalarda / başağa durmuş buğday / bulutlar ıslak / dağlar aklığın yapayalnızlığında tutsak / akar kar suları /ıslık ıslığa..." dizeleriyle Anamur'dan kar izlenim ve duygulanımlarını betimliyor. 

Biz de -aşağıda- grup içinden İrfan Sari'nin kar fonlu bir şiiriyle bu kervana katılırken söze onunla başladık, yine yolun sonunu NAZIM'la bağlayalım: "Ayışığı renginde kar, / keçe çizmelerim ağır. / İçimde çalınan ıslık / beni nereye çağırır."

             
BEHİÇ AŞÇI’DAN MEKTUP VAR!

"Merhaba Dostlar,
Bugün açlığımın 283. günü. Benim açımdan söylenebilecek çok fazla sözün kalmadığını düşünüyorum. Bugüne kadar 7 yıl boyunca ve bu 7 yılın açlıkla geçirdiğim son 283 gününde söylenecek her ne varsa yeterince söylendi. Eksik bıraktığımız sözler kalmıştır belki. Fakat artık pek de bir önemi kalmadı, çünkü geldiğimiz aşamada artık herkes tecrit sorununun varlığını ve de bu sorunun mutlaka ortadan kalkması gerektiğini anlamış durumdadır. Bu bizim başarımızdır. Bu başarı insanlık onuruna sahip çıkan, insanlığın büyük mücadelelerle ve bu mücadelelerde ödediği onca bedelle yarattığı erdemleri yaşayan, yaşatan herkesin başarısıdır. Bedeli ağır da olsa, insanlarımızın bu insanlık suçunu görmelerini ve lanetlemelerini sağlayabildik. Böylelikle insanlığımıza sahip çıkarak, bizi yok etmelerine izin vermemiş olduk. Fakat henüz sonuca ulaşmış değiliz. Epeyce yol aldık, önümüz daha düz denilebilir. Ama hala tecrit suçu ortadan kaldırılmayı bekliyor. Bakanlık tecrit suçunu işlemeye devam etmekte hala inat ediyor. Bu inat mutlaka kırılacak. Hep birlikte biraz daha ısrarcı olup, birkaç adım daha attığımızda sonuca ulaşmak için hiçbir engel kalmadığını göreceğiz. Birliğimiz, beraberliğimiz, dayanışmamızla bunu da başarabiliriz.Zaman hızlı geçiyor. İnsanca yaşamak uğruna ölümle yarış halindeyiz. Sonucun ne olacağı biraz da sizin elinizde. Bu sorumluluğu bildiğinizi düşünüyor ve yerine getireceğinize inanıyorum. Ve biliyorum ki sonuç her ne olursa olsun, kazanan her koşulda büyük insanlık ailesi olacak. Bunu bilmenin rahatlığındayım. Bu duygularla hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum."    12.01.2007 / Avukat Behiç Aşçı

                                
                  SANAT  YAPITI METALAŞIRKEN 
         YKY, NÂZIM’I  VESAYET ALTINA ALMA ÇABASINDA!.. 

İnternet üzerinden tüm okurların erişimine açık olan şiir sitelerinde, 5 Ocak itibariyle yayın hakları Yapı Kredi Kültür Sanat ve Yayıncılık A.Ş’ye ait olan şiirlerin yayınlanması yasaklandı. 5 Ocak ve sonrasında www.siir.gen.tr ve www.antoloji.com gibi yaygın kullanıma açık olan internet sitelerinden Nazım Hikmet, Cemal Süreyya, Ece Ayhan, Edip Cansever, İlhan Berk gibi şairlerin şiirlerini okumak isteyenler “Yapı Kredi Kültür Sanat ve Yayıncılık A.Ş.'nin isteğiyle okur erişimine kapatılmıştır” ibaresiyle karşılaştılar. Bu uygulamanın önümüzdeki günlerde giderek yaygınlaştırılmaya çalışılacağı açık.

Oysa yıllardır, birçok şairin yayın haklarını elinde bulunduran diğer yayın evleri böylesi bir densizliği yapmaktan kaçınmışlardı. YKY,  bu hareketiyle kendi sanat anlayışını da hiçbir tartışmaya yer bırakmaksızın ortaya koymuş oldu. Şiir severlerin yüreğini, şairlerinse kemiklerini sızlatan bu uygulama umalım ki bankaların himayesinde sanat yapmayı marifet sayan ve bu konuda bin nasihate kulak tıkayan “sanatçılar” için de bir musibet yerine geçsin. Üstelik onlar açısından da son derece dramatik bir durum var. Tüm üretimlerini sermayeye gönüllü teslim etmiş bu “arkadaş”ların, ömrünü aynı zihniyete kafa tutarak geçiren şairlerimiz kadar kıymet-i harbiyesi yok bu piyasa zihniyetinin içinde.

Nazım Hikmet gibi devrimci bir şairimizin şiirlerinin yayın haklarının bir bankada olmasının yaratabileceği tahribatta böylelikle daha net ortaya çıkmış oldu. Gerçek şu ki Y. K.Y. ve KOÇ HOLDİNG,  istediği takdirde yayın hakkına sahip olduğu şairlerin şiirlerini tümüyle ortadan kaybetme hakkına sahip. “Olmaz” demeyin ve unutmayın ki Nazım Hikmet hayattayken bir gün şiirlerinin bir banka tarafından yayınlanabilme ihtimali de zayıf görünüyordu. Yıllar önce Nazım’ın sesini kesmek için 13 yıl zindanda yatıran zihniyetle bugün Nazım’a sahip çıkıp sesini kendi piyasa zindanına hapseden zihniyet arasındaki büyük benzerlik de dikkatlerden kaçmıyor.

Sermayenin geçmişin bugünün ve geleceğin üzerinde kurduğu tahakkümün dağıtılabilmesinin önemli başlıklarından biri de piyasa kültürüne karşı toplumun ilerici kültürel değerlerine ve bu değerlerin işçiliğini yapan sanatçılarımıza sahip çıkmak, bunun kavgasını vermek olacak.

Gerçi küçümencik YKY destekli dergilerinde yürek burkuntularını kusmanın adını sanat koyanlar bu habere çok sevindi. Çünkü okuyucu kitleleri kendi çevreleriyle menkul bulunan şairciklerin kitlelere ulaşamama sorunları zaten yoktu. Kendi kapılarını kendi üstlerine kapatarak. İnternet şiirinin gelişiminden ürkenlerin ayak sesleridir bunlar. Bugün, her ne kadar içlerinde şiir ve sanat adına çeşitli olumsuzlukları ve yanlışlıkları barındırsa da, sanat ortamının çağcıl derebeylerinin surlarını İnternet’ten parçalayacağız. Kitaba, kitap okumaya karşı değiliz. Ama İnternet’in kitlelere ulaşan gücünü göz ardı edenlerin çoğu bile hâlâ İnternet üzerinden kurdukları sitelerde, antoloji.com,  şiir.gen.tr gibi büyük sitelerde neden şiir  yayımlamayı sürdürüyorlar?..

Çağrı
Tüm gerçek şiirseverleri, işçi ve emekçileri, aydın ve sanatçıları; Koç Holding ve Yapı Kredi Bankası’nın bu küstahlığını protesto etmeye çağırıyoruz. Şiirlerin açık erişimine koyulan yasağın kaldırılması için mücadele etmeye çağırıyoruz. “Koç Holding, Nazım’dan elini çek, şairlerimizden, şiirlerimizden eline çek! ” başlığıyla bir kampanyayı en geniş katılımla hep birlikte organize etmeye çağırıyoruz. Tüm sanatseverleri; holdinglere ve bankalara, tekelci özel mülkiyet ve asalaklığa karşı Nazım’a ve diğer tüm şairlerimize, yazarlarımıza sahip çıkmaya çağırıyoruz.

15 Ocak’ta 105. doğum yıldönümünü kutladığımız büyük şairi sınıfından koparmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.


           KAMU ÇALIŞANLARI ÖZELLEŞTİRMEYE KARŞI EYLEMDE!...
                       
Kamu kurumlarında yaşanan sorunlar, kamu emekçilerini bir bir alana döküyor. Emekli Sandığı çalışanlarının ardından, dün de “özelleştirme” nedeniyle kamu bankalarından diğer kurumlara “sürülen” kamu çalışanları eylem yaptı. 

Kamu kurumlarında yaşanan sorunlar, kamu emekçilerini bir bir alana döküyor. Emekli Sandığı çalışanlarının ardından, dün de “özelleştirme” nedeniyle kamu bankalarından diğer kurumlara “sürülen” kamu çalışanları eylem yaptı. “Özelleştirme yalanı” afişini yakan emekçiler, hükümete “ateş dili” ile “özelleştirmeleri durdur” uyarısında bulundular.

Eylem, “özelleştirme yalanı” konulu afişin bir kısmının temsilen ateşe verilmesiyle sona erdi. Çivi, hükümeti “ateş dili” ile uyardıklarını, eylemlerini sürdüreceklerini bildirdi.


                F TİPİNDE ‘DAYAK ÜSTÜ PARA’ 

Mesane kanseri olan Odak Gazetesi yazı işleri müdürü Erol Zavar, 18 Eylül 2003 tarihinde, sağlık kontrollerini yaptırmak üzere tutuklu bulunduğu Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nden Bayrampaşa Cezaevi’ne sevk edildi. Sevk sırasında Tekirdağ Cezaevi’nde görevli jandarmaların “çırılçıplak soyarak üst araması yapma” istemini reddetti. Bunun üzerine Zavar, jandarmaların dayaklı saldırısına maruz kaldı.

Zavar, konuyla ilgili 22 Eylül 2003 tarihinde Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı’na, 30 Aralık 2003 tarihinde ise Tekirdağ Cumhuriyet Başsavcılığı’na, Bayrampaşa Cezaevi’nde görevli uzman jandarma çavuş Fuat Çevik ve jandarma erler Fatih Akçakaya, Hüseyin Vuruş, Hüseyin Duyan hakkında suç duyurusunda bulundu. Ancak İstanbul Valisi Muammer Güler, “arama ve kayıt işleminde görevlilerin hiçbir kusurunun olmadığını” belirterek soruşturma izni vermedi.

Zavar’ın soruşturma isteğine “Kötü muamele yok” denilerek izin verilmezken, jandarma er Hüseyin Duyan’ın, olayın ardından bir günlük iş göremez raporu alması üzerine Zavar hakkında dava açıldı. Eyüp 1’inci Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davada, “Duyan’ın boyun ve gırtlak bölgelerini tutup sıkarak 1 gün iş ve güçten kalacak şekilde yaralanmasına sebebiyet verdiği” sonucuna varılarak Zavar, 6 ay hapis cezasına mahkum edildi. Hapis cezası daha sonra 3 bin 600 YTL para cezasına çevrildi. Ancak para cezası, “ertelendiğinde bir daha suç işlemeyeceğine dair olumlu kanı oluşmadığından” hükmü ile ertelenmedi.

                       
         YUNANİSTAN HALKI EĞİTİMDE ÖZELLEŞTİRMEYE KARŞI AYAKTA !...

Özel üniversiteler kurulmasına dair yasa tasarısına karşı, başta eğitimciler ve öğrenciler olmak üzere Yunanistan işçi ve emekçileri ayağa kalktı

Yunanistan’da muhafazakar Yeni Demokrasi Partisi hükümeti, özel üniversiteler kurulmasına izin veren yasa tasarısını meclise sunarken, okullarda grevler ve işgaller başladı, bütün büyük kentlerde öğrenciler, eğitimciler, işçiler ve çeşitli meslek örgütleri sokaklara döküldü.

Yasa tasarısına karşı çıkan eğitim sendikaları, orta ve yüksek dereceli öğretim kurumlarında 24 saatlik grev düzenledi. Birçok lise ve üniversitede ise öğrenci birlikleri boykot ve işgallere başladı. Grev ve işgaller süresince aralarında çok sayıda üniversitenin de bulunduğu yüzlerce okulun kapalı kalacağı belirtildi.

Yunanistan Kamu Çalışanları Konfederasyonu (ADEDY) 4 saatlik iş durdurma eylemi ile greve destek olurken, çok sayıda işçi sendikası da gösterilere katıldı. 
                               

MUMİA ABU-JAMAL: SADDAM DARAĞACINDA...      

"Saddam Hüseyin gitti.

Washington’daki efendilerinin var ettiği Irak Devlet Başkanı, gururunun bedelini, Şii Mehdi Ordusu’nun lideri Mukteda El Sadr’ın taraftarlarının aşağılamaları eşliğinde asılarak ödedi.
Suçu ne miydi? Şüphesiz Şii muhaliflerini katletmesi veya Iraklılara zulmetmesi değildi. Zira, bu gaddarca olayların ardından bile Amerikan elçileri, Reagan dönemindeki yetkili Donald Rumsfeld’in yaptığı gibi elini sıkarak onunla “al gülüm ver gülüm” ilişkilerini sürdürmeye ve ona savaş araçları ve kitle imha silahları aktarmaya devam ettiler. 

Eğer o insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle cezalandırıldıysa, ona yardım ve yataklık eden Amerikalıların durumu ne oluyor? Peki, onu silahlandırarak silah satışından büyük kârlar elde eden Batılı tacirlerin durumu?  RUPE’nin yazdığına göre Irak’ı İran’a karşı silahlandırmak oldukça iyi bir işti:  “Irak donatılırken canlı bir ticaret yapıldı. Esas silah kaynağı olarak İngiltere, Fransa’ya katıldı. ABD ise Irak’ın hızla büyüyen savaş harcamalarını karşılamak için Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi müşteri ülkelerinden yüklü borç kaynakları ayarladı. ABD yönetimi, kimyasal saldırılarda kullanılmak üzere ‘püskürtmeli’ helikopterler sağladı (1998), Dow Chemicals gemisinin kimyasal maddelerinin insanlar üzerinde kullanılmasına izin verdi, füzelerin menzillerinin uzatılması için Irak’ın füze geliştirme programına teknolojik ihraca onay verdi. Ekim 1987 ve Nisan 1988’de ise Amerikan kuvvetleri, bizzat İran gemilerine ve petrol platformlarına saldırdı.”  Bunlar yardım ve yataklık değilse nedir?

Saddam Hüseyin’in idamı, dizginlerinden boşanmış Amerikan gücünün uygulamalarından biriydi. Tarih bunu kanıtlayacak ancak bu, meçhule giden yolda bir anlık ışık parlaması olarak kalacak."

                
CHAVEZ,MORALES,ORTEGA YEMİN ETTİLER ...

Bolivya, Venezüella ve Nikaragua’nın halkçı devlet başkanları, Ortega’nın yemin töreninde bir araya geldi.

Geçen ayki seçimleri açık arayla kazanarak 6 yıllığına yeniden Venezüella Devlet Başkanı seçilen Hugo Chavez, yemin töreninde, Ernesto Che Guevara’nın “Vatan ve sosyalizm ya da ölüm” sloganını kullandı. Chavez’in müttefiki Nikaragua Devlet Başkanı Daniel Ortega da yemin ederek görevine başladı.

“Bolivarcı Sosyalizm doğrultusunda Ulusal Simon Bolivar Planları dönemi” adlı programını açıklayan Chavez, yemin törenindeki konuşmasında, “yeni bir sosyal, ekonomik ve siyasi sistem inşa ederek Venezüella usulü sosyalizmi geliştirme” sözü verdi. Chavez, “Tarihin en büyük sosyalisti İsa üzerine, mükemmel anayasa üzerine yemin ederim: Dinlenmeden, yaşamımı ve gecelerimi Venezuela sosyalizminin inşasına adayacağım. Vatan ve sosyalizm ya da ölüm” diye konuştu. Sağlığı nedeniyle onlara katılamayan Küba lideri Fidel Castro da 'sonsuz destek' mesajı yolladı.

Ortega konuşmasında, “Birlikte güç var, birlikle zafer gelir” derken, Chavez de “Nikaragua’yı Ortega’nın ellerinde görmekten kalbim coşkuyla doldu” ifadesini kullandı. Bolivar’ın kılıcının bir kopyasını Ortega’ya hediye eden Chavez, müttefiklerine “halka barış ve adalet getirmek üzere kılıçları birleştirmeleri” çağrısında bulundu.

                        
     ŞAİR ALİ AKTAŞ'I  23. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ANIYORUZ!...

Ali Aktaş 23 Ocak 1956'da doğan şair Ali  Aktaş, 12 Eylül faşizmi tarafından doğum gününde 23 Ocak 1983 yılında Adana'da idam edildi. Son sözleri: " Ben insanların mutluluğu için çalıştım, mutluluğu için de ölüyorum…! "Kahrolsun Askeri Faşist Diktatörlük !"  "Yaşasın devrim / Yaşasın Sosyalizm !"  oldu. Anısı hep bizimle olacak!..

                     

ONBEŞLER ÖLÜMSÜZDÜR! MUSTAFA SUPHİ YOLDAŞ ARAMIZDA!..


"Kazıdık on beşlerin ismini,
Kanlı kızıl bir mermere!
Bir çelik aynadır gözlerimiz,
On beşlerin resmini
Görmek isteyenlere..." Nazım Hikmet / 1925

On dört yoldaşıyla birlikte Mustafa SUPHİ Karadeniz'in azgın sularında can verdiğinde 1921 yılının 28 Ocak'ı 29 Ocak'a bağlayan gecesiydi. Mustafa Suphi 1883 yılında o zaman Trabzon'un bir ilçesi olan Giresun'da doğdu.   İstanbul'da hukuk fakültesini bitirdikten sonra Avrupa'ya gitmiş, oradaki öğrencilik yıllarında ise sosyalist fikirlerle tanışmıştır. Anadolu halklarının içinde yaşadığı sömürü ve baskı koşullarını değiştirme mücadelesi için ülkeye döner. Ülkeye döndükten sonra öğretmenlik, gazetecilik gibi işler yaparken sosyalist düşüncelere yakın çevrelerle de bağ kurmuştur. Ülkenin içinde bulunduğu gidişatın sorumlusu olarak gördüğü saraya ve emperyalizme karşı mücadeleye atılan Mustafa Suphi, tutuklanıp Sinop kalesine sürgün edilir. Halkın aydını olma sorumluluğuyla hareket eden M. Suphi, tutsaklığa kendi elleriyle son verir. Trabzonlu motorcu Mustafa Reis'in yardımıyla on yoldaşıyla birlikte Sinop zindanından firar eder ve Karadeniz'in iri dalgalarını, mavi sularını aşarak Rusya'ya geçerler. Suphi orada Bolşeviklerin saflarında sosyalist devrim savaşına katılır. Ama onun aklı kendi vatanındadır. Anadolu halklarının emperyalizme karşı isyan ateşlerini parça parça tutuşturmaları karşısında sabırsızlanır. Bir an önce ülkeye dönebilmenin koşullarını zorlar. Rusya'da kaldıkları süre içinde diğer bir grup Türkiyeli devrimciyle birlikte Türkiye Komünist Partisi (TKP)'ni kurarlar. Ardından da Anadolu'daki kurtuluş savaşına katılabilmek için Ankara Hükümetiyle ilişkiye geçerler. Kemalist yönetim onların geri dönme isteğine olumlu cevap verir. Bunun üzerine Bakü'den yola çıkarlar. Fakat, Kemalist hükümetin ihanetinden habersizdirler.. 11 Ocak 1921'de TKP önder kadrosu Kars'a varır.. Kars'tan Erzurum'a doğru yola çıkan TKP heyeti yol boyunca hükümetin tezgâhı olan protestolara uğrar. Erzurum'da protestolar iyice artar. Bunun üzerine TKP heyeti Trabzon'a yönelir. Onları, Trabzon'da ise Mustafa Kemal’in muhafızı  Topal Osman’ın örgütlediği  Kahya Yahya çetesi beklemektedir. Kahya Yahya ve adamları TKP'lileri "İnebolu'ya götüreceğiz" aldatmacasıyla bir balıkçı motoruna bindirip denize açılırlar. Fakat motor Karadeniz'de fazla yol almadan çetenin adamları Mustafa Suphi ve on dört yoldaşına saldırarak onları katlederler. Tarihin bu dönemine, bu büyük katliamla birlikte yazılır Karadeniz'in adı

29 Ocak 1921’de Karadeniz’de söndürülmek istenilen kıvılcım bugün yolumuzu aydınlatıyor. Bu kıvılcım Kızıldere’de, Çiftehavuzlar’da, Dersim’de, Karadeniz dağlarında, Toroslarda ve Ege dağlarında, 19 Aralık’ta, 19 Aralık’tan F Tipi Hapishanelere... alev olup büyüdü. Mustafa Suphi ve yoldaşlarını saygıyla anıyor, uğruna öldükleri inançlarına sahip çıkıldığını belirtiyoruz. Anıları mücadelemizde yaşıyor.

                           

NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

UYSAL HİMMET: AYAKKABILARIN SALTANATI



                      AYAKKABILARIN SALTANATI    


                                                                                                


Hayır! Size bu sabah vapurda gördüğüm ayakkabı boyacısının hikayesini anlatmayacağım. Çünkü hiçbiriniz ayakkabı boyacısı değilsiniz. Üstelik ayakkabı boyacılarının ya da tinercilerin, şarapçıların, dilencilerin yenilgilerinden kendine zafer payı çıkarmaya hazır zafer açlarınız siz. Ve ben, sizin onların yenilgileri üzerinde tepinmenize izin vermeyeceğim.

Evet! Size vapurda gördüğüm ayakkabı boyacısının hikayesini anlatacağım. Ve onun üzerinde tepinen yenilgileri.

Adı Eyüp. O zaten her şeyden önce adıyla ayakkabı boyacısı olmaya aday doğmuş. Sanırım adı Tolga, Özgecan ya da Orkun olamazdı. Yanılıyor muyum? Hangi semtte oturduğunu da öğrenmiştim ama şimdi hatırlamıyorum. Ama bunun ne önemi var ki? Nasılsa o mutlaka ayakkabı boyacısı Eyüp'ün oturmak zorunda olduğu semtte oturuyordur ve bu da sizin semtiniz değildir. Yoksa öyle değil mi? Hayır öyle değildir. Öyle olsa Eyüp'ün siz olmanız olasılığı ne kadar güçlü olurdu. Belki de o siz olurdunuz. Benim gördüğüm Eyüp ise siz değildiniz. O, bu sabah saat 7 de Karşıyaka vapur iskelesindeydi. Ve siz kimbilir neredeydiniz.

Bir ayakkabı boyacısının evi Karşıyaka Vapur İskelesi'ne yürüyüş mesafesinde olmamalı. Eğer evde kahvaltı yaptıysa, ki dışarıda harcanacak para o günkü kazançtan düşüleceğinden mutlaka yapmıştır. Sabah 7 den önce kahvaltı için harcanacak bir zaman ayırmak zorunda kalmıştır. Ve tabii otobüs ya da minibüs beklemek ve iskeleye kadar gelmek için de gününden bir pay ayırmıştır. Bütün bunlar için en iyi olasılıkla bir-birbuçuk saat önce kalkmak zorunda kalmıştır. Son derece önemsiz olabilecek bu ayrıntıyı Eyüp'ün yaşamı son derece önemli kılabilir. Çünkü yaptığı işin önemsenmesi ya da yaptığı işin sonuçları üzerinden Eyüp'ün önemsenmemesi anlamına gelebilir. Ben kahvaltıyı kimin hazırladığını bilmiyorum. Eyüp'e de sormadım. Kahvaltıyı bir başkasının hazırladığını ama bunun çok da özenli bir hazırlık olmadığını tahmin ediyorum. Bunu Eyüp'ün bu sabahki yüz ifadesinden ve mimiklerinden baktığım falda görüyorum.

Sabah 5.30. uyanmak için çok erken bir saat. Eyüp'ün uyandığı bu saatten biraz sonra siz de uyanmış olmalısınız, çünkü Eyüp'ün saat 7 de iskelede beklediği belki de sizsiniz.

Deniz çalkantılı bu sabah. Dipten gelen yosun ve çamurlar lacivertini kahverengiyle karışık yeşile döndürmüş. Ama çok şükür bu çalkantının üzerinde pırıl pırıl bir güneş var. Siz vapurun üst katına çıkıyorsunuz İzmir'i izlemek için. Ve siz İzmir'i izlerken kim bilir ne anılar, örneğin benimkiler şehrin pek çok köşesinden fışkırıp size bakıyor. Ve siz bunun hiç farkında değilsiniz. Uzun ahşap sıralar arasında ilerlerken boş yer bakınıyorsunuz. Mümkün olduğunca boş bir yer. Fiziksel bir temastan sizi uzak tutacak, rahat olacağınız bir boşluk. İşte buluyorsunuz ve oraya oturuyorsunuz.

Siz tam körfezin biraz sonra ulaşacağınız karşı kıyılarında göz gezdirir, bu her gün gördüğünüz üst üste gelmiş binalar manzarasını izlerken, önünüzde bir karaltı duruyor. Karaltıdan bir ses çıkıyor ve size ''Boya ister mi? '' diye soruyor. İzlencenizden kopmak istemiyorsunuz. Karaltının üstüne eklenen ses daha da rahatsız ediyor sizi. Ama gelen ses bir soru cümlesi. Yanıtlama gereksinimi doğuruyor. En azından sahibine bakma gereksinimi. Ve karşınızda en masumundan, en çocuksusundan kulaklarına doğru yürüyen gülümsemesiyle Eyüp! Algılarınız yavaşça Eyüp'e dönüyor. Gülümsemesi bunda çok etkili. Ayakkabılarınıza bakıyorsunuz. Evet, bugün boyaya ihtiyacı var. Manzarayla son bağınızı istemeden de olsa koparıyorsunuz ve ayakkabınızdaki matlığı şık bir parlaklıkla değiştirmeye karar veriyorsunuz. Farkındaysanız bu kararınız aynı zamanda Eyüp'le sosyal bir ilişki kurma kararınız oluyor. Siz şimdi ayakkabı boyacısının karşısında ona iş veren birisiniz. Eyüp'ün sadece ayakkabınızı boyayacak emeğinin değil biraz önce size dönen gülüşünün de sahibi olduğunuzu bilincinize çıkarmasanız da biliyorsunuz. Bedeniniz biraz gerilip doğruluyor. Hayata biraz daha hakim bir hava geliyor üstünüze. Kendinizin bile fark etmediği bir utanma duygusuyla çevrenize bakıyorsunuz. Bu duygu zaman zaman Eyüp'leştiğiniz yaşamınızın bir yerinde kendi Eyüp'lüğünüz karşısındaki geçici saltanatınızla ilgili olabilir mi? Kim bilir?

Herkes kendi işinde gücünde. ''boyar mısın'' diyorsunuz sakince. Boyar mısın! ne kadar çok şey barındırabilir içinde bu söz. Hiç tanımadığınız bir insana siz yerine sen'li bir hitapta bulunabilmeniz için toplumsal hiyerarşideki yerlerin alt ve üst olarak daha söz sarfedilmeden netleşmiş olması gerekir. Zaten soru ve hatta rica biçimini alsa bile bunun emir sözü olduğu da son derece belirgindir.

Oturduğunuz o upuzun tahta sıra Eyüp'ün karşısında sizin küçük tahtınız. Eyüp sağ koltuğunun altına kıstırdığı minik tabureyi ve sol omzundaki boya sandığını hemen hemen aynı anda önünüze koyuyor ve çömelip oturuyor.

Eyüp! Yüzünden eksik etmediğini düşündüğünüz çocuksu, masum gülümseyişiyle aptala benziyor. Gözlerinize gülümseyip sandığın üstündeki paçanızı sıvıyor hafifçe. Vapur homurtular içinde sarsılarak kalkıyor. Birkaç martı pervanelerin karıştırdığı deniz üzerinde uçuyor çabuk çabuk. Karşı kıyıya varmadan boyanın bitip bitmeyeceğini merak ediyor ama sormuyorsunuz. Eyüp'ün bu konuda bir telaşının olmadığını görüyorsunuz. Bir iki fırça darbesiyle tozunu alıyor önündeki ayakkabının. Sandığın küçük çekmecesinden boya kutusunu çıkarıyor. Ezilerek yamyassı edilmiş bir çay kaşığıyla boya kutusundan bolca boya alıp süngerine sürüyor. Boyanın bolluğundan memnun oluyorsunuz. Tırnaklarının içi boyadan kararmış. Biraz sonra işaret parmağıyla ayakkabınızın burnuna vuruyor.''Değiştir'' demek bu. Ve bu işaret emir kipinde. İktidarınız bir an sallanır gibi olsa da diğer ayakkabınızı sandığa koyarak yeniden kuruyorsunuz. Eyüp'ün aptal bir ifadeyle gülümseyen yüzü yüzünüze dönüyor birden. Ağzını kocaman açıp gülümsemesine devam ederken konuşuyor:

''Beni Kordon Ayakkabı'dan çağırdılar'' diyor, ''ayakkabı vereceklermiş''. Anlamakta zorlanıyorsunuz. Sorulu bir ifade geliyor yüzünüze:
''Ayakkabı mağazası değil mi orası? ''
''hı,hı'' diyor Eyüp, ''çok güzel ayakkabıları var.'' Sevinmek istiyorsunuz
Eyüp adına:
''Sen mi boyayacaksın hepsini? '' Kocaman bir sevinç geliyor Eyüp'ün
yüzüne:
''Ben boyamayacağım. Bana ayakkabı verecekler. Gıcır gıcır, yepyeni.'' Hiç durmadan ekliyor: ''Hasan Abi 'Perşembe'ye gel' dedi.'' Bir an Eyüp'ün sevincini izliyor ve bir sözle katılma gereksinimi duyuyorsunuz:
''Ne güzel! ''

Körfez vapuru körfezin en güzel çayhanesi, deniz üzerinde gezen kocaman bir taze ve ucuz çay teknesi. Diğer sıraların arasında dolaşan çaycıyı takip ediyorsunuz gözlerinizle. Size doğru baktığında elinizle işaret ediyorsunuz. Hiçbir zaman eğilip sıradaki yanınıza bırakmaz çayı. Siz alıyorsunuz elinden ve hemen yanınıza koyup sigara keyfiyle çay keyfini birleştirmek için bir sigara yakıyorsunuz. Ama çok ayıp! Eyüp'e çay ısmarlamayacak mısınız? Bir başkası yepyeni bir ayakkabı verebiliyor, siz de bir çay ısmarlayabilmelisiniz. Uzaklaşmakta olan çaycının elindeki tepside hala birkaç bardak çay olduğunu görüyorsunuz. Sesleniyorsunuz suratsız çaycıya:''bakar mısınız, bir çay daha verir misiniz? '' Çaycı dönüyor. Yanınıza geldiğinde Eyüp'ü işaret ediyorsunuz. Eyüp de sizin gibi alıyor çayını ama sallanan sandığına değil, herkesin basıp geçtiği kirli zemine koyuyor. Aceleyle karıştırıp bir yudum aldıktan sonra boyasına devam ediyor.

Vapur karşı kıyaya yaklaşırken bir yandan acele bir yandan eksiklik duygusuyla soruyorsunuz:
''Badem yağı sürmeyecek misin? '' Sürecek. Bir kutunun dibindeki azıcık kalmış badem yağını hesaplıca alıp gülümsemeden sürecek. Tüm işi bittiğinde vapur kıyıya yanaşmak için manevra yapıyor olacak.

Birden merak edeceksiniz:
''Akşama kadar gidip geliyor musun böyle vapurda? ''
''Yok'' diyecek Eyüp, ''yolcu azalınca, saat 10 gibi inerim. Akşam üstü yine
binerim.''
Her binişinde para veriyor mu acaba? :
''Yok'' diyecek yine Eyüp gülümseyerek, ''bana bedava! ''

Eyüp, bütün işi bittiğinde son kez işaret parmağıyla ayakkabınıza vuracak. Gülümseyerek yüzünüze bakacak. Bozukluğunuz olmadığı için cebinizden gerekli paranın iki katı çıkacak, Eyüp'e uzatacaksınız. Ve Eyüp, üzerini vermeyeceğini, parayı tümüyle kabul ettiğini anlatan bir ifadeyle oturduğu yerden alıp ceketinin yan cebine koyacak. Para üstüyle ilgili merakınızı da gidermiş olacak böylece.

Siz vapurdan inmeye yönelmek için gerekli zamanı hesaplarken o kalkacak ve karşınızdaki sıraya oturacak. Sandığını sürükleyerek önüne çekecek. Eğilip çayını alacak ve soğumaya yüz tutmuş çayı hızla yudumlayacak. Sanki artık size bakmaya utanır gibi olacak.

Siz Eyüp'ü orada bırakarak merdivenlere yöneleceksiniz.
Eyüp vapur kalkınca yeni yolculardan birinin daha ayakkabısını
boyayacak.

Ya siz? Hangi ayakkabıları boyamaya gideceksiniz?



UYSAL HİMMET


MUSTAFA KARADEMİR: EKMEK, NAR VE TESTİ




EKMEK, NAR VE TESTİ 






I
Heybenin dibinde ekmek kırıntıları,
Bulabileceğini nerden bilir karıncalar?
Nar çatlamazsa sevda büyümezmiş…
Testide su gülmez toprak sözünde durmaz
Göçerler türkü taşırlar Toroslara…
Ninnisini yollarda dinler bebekler
Aklında kalan ateş, su, ekmek ve memedir.  

II  
Peşinden baka kalan Akdeniz’dir
Yani portakalın kokusu yani mavinin alımlısı
Ellerinde buğday ellerinde sıcak…
Dilinde Mahsuni türküsü/usulca söylenir
Bir başka gülüş bir başka yürüyüş
“Bütün yağmurlar çocuktur-şimdi-
Bütün aşklar yağmur yüzlü çocuk”(1)
Çayırların içinde yalnız bir beyaz papatya ya  da
Peşin sıra gelir baharın bildirisi çiçekler
En önde günebakanlar
“Damlarda kaysı yarsalar Rumeli göçmenleri
Çocuklar mavi mavi gülüşüp kaçışsalar…
Ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin…”(2) 



MUSTAFA KARADEMİR

__________________________________________
1:Şair Halim Yazıcı’nın “Caz Sesleri” Şiirinden.
2:Hasan Hüseyin Korkmazgil’in ‘Ağustos Şiiri’nden. 

YAŞAR DOĞAN: BEMBEYAZ



BEMBEYAZ 






Yeni bir sayfa kadar bembeyaz
Bir odanın kapısını açıyorum elim Hey de ney
Her-gele bir deney
Güneşi görünce içim dayanamaz
Pencereyi acarım sonuna kadar
Ufukta hala Çekilmemiş bir halay
İlk nefeste kapkaranlık kesiliyor her şey  

Kan dünden hazır
Başım döner taşıyamam koynumda
Başlara fırlatılacak bütün taşları
Tutup dünyanın karamsarlığını yaktım peş peşe
İçime ateş düşer yanarım Cayır cayır
Körpecik gözbebeklerimde her şey  

Küllerimden doğar ben Zaman keşfedilmemiş şey  

Doğarken yorgan değil tufan örtmüş üstüme
Bana o gün Hoş geldin’e gelen her şey
Nere gitsem önümde bir önyargı
Ardımda yargılayamadığım peyderpey
Döndüğüm her yan bir çiklet pazarı
Kölenin ipi de artık eskisi gibi devredilmiyor
Monarşiden terörizme
Cumhuriyet dedikleri şey gülüm sadece
Bayram günleri eğlenebilmek  

Yeni bir yıl gelmiş Hoş gelmiş
Her şey eskisi gibi olacaksa boşuna gelmiş
Ya da kalk bu düzenin düzünde
Koyunları bütün yasak dağlarda otaralım
Kış yaza kısa kesilmiş bir don
Onu da çıkarıp üstümüzden atalım  



YAŞAR DOĞAN (Lolan)

 01.01.07


ÖZER GENÇ: HAVAÎ AĞIT



HAVAÎ AĞIT 










-Havai fişek fabrikasında ölenlerin anısına- 




Patladı renk saçan barut
Dört bir yana dağıldı bedenleri rengarenk  
Kutlamalar yapılacak ya
Hani maçlardan sonra
Ya da zengin düğünlerinde
Unutma  

Gökyüzünde göreceğin kırmızı
Mehmet'in kanıdır
Sarı Ahmet'in sıla özlemi
Mavi umududur Yaşar'ın
Mor da İsmail'in ergenlik düşleri
Yeşil Zekeriya'nın çocuk sevgisidir
Beyaz Ali'nin nişanlısının gelinliği 

Şimdi kan ve alınteri tarihinde
İnsanlığı uslandıramamış eski kitaplardan
Teselli sözleri söyleyerek kalanlara
Kendilerini yüceltecekler  

Ve renkler ölü gözleri gibi
Birer birer söndükçe
İyice bak
Mutlak sıfırdaki sonsuz karanlığa
Ki soğutamayacak
Geride kalan kadınların
Yüreğindeki ateşi  



ÖZER GENÇ

GALİP ÖZDEMİR: KIRIK İKİNDİLER




KIRIK İKİNDİLER



RESİM: ADNAN DURMAZ




parke taşlarında çınlayan
nal seslerini duyuyor musun
geçen her faytonun içinde ben varım
sivas kalesi’nde
kırık ikindilere,
yalnızlıklara sığınan
ey kalbim! ...
akasyalar sonbahar türküleri söylemekte
tatlısu keşiklerinde bir çocuk unutulmuş
sırtı dönüktür kente  

cıbıllar parkı’nda
salkımsöğüdün altındaki tahta masada
iki bardak çay durur
dumanı tütmektedir hâlâ… 





GALİP ÖZDEMİR


OSMAN COŞKUN: ŞİİRİN BAŞKALDIRISI




ŞİİRİN BAŞKALDIRISI





RESİM: GÜRBÜZ DOĞAN EKŞİOĞLU


Zincirleme sıfat tamlaması meydana geldiğinden
Bütün imgeler ağır yaralı olarak karantinaya alınmıştır
Çok acele bir kalem bir kağıt bir de yüreğe ihtiyaç vardır
Yoğun bakışmalar ünitesinde bir yoğunsuzluk yaşanmakta
Giren çıkan belli olmayan bir yürektir artık
Bir feryadı figan yükselir anlaşılmaz
Yürekten yükselen namelerin ucunda bir sessizlik
Sonra sen şiirlere ilham olmaya adayken
Şiir olursun birden bire, anlayamam
Zarfsız bir tümcenin virgül arasında
Bir nefeslik ferahlık olursun
İki arada bir akarsu olur bütün kafiyeler
Ahenkli bir sessizlik yada gürültülü bir yalnızlıktır reva görülen

Kuşatma altındadır bütün imgeler
Kafiyeler idam edilmiştir

Bugüne kadar öğrendiklerini unut
Kalemin kağıdın yüreğin var mı yüreğin
Ne duruyorsun başlasana…  

Divan altına alınmasın yeter ki duygular…  



OSMAN COŞKUN

EVİN OKÇUOĞLU: ARAYIŞLAR




ARAYIŞLAR




                                                                                                                                                                          RESİM : STEVE DİNİNNO 




Şiirde manifestolar yazma modası başladı… Herkes kendi yazma tarzını bir yemek tarifi gibi sunuyor. Bunun nedeni tüm dünyada insanlığın geçmekte olduğu sancılı sürecin sonucudur diye düşünüyorum.  

İnsanların umutlarını kısırlaştırıp, doğa üstüne bel bağlamayı, boyun eğmeyi dayatan, beyinlerden düşünme yetisini  uzman bir sakatatçı eliyle sıyırıp alan büyük bir güç var karşımızda…
Heyecanlarımızı öldürelim istiyor, duyguları kıralım, fiilleri zamansızlaştıralım...
Bu ne demektir? Bu boşlukta salınan anlamsız bedenler olmaktır.
Ruhsuz robotlar, ama gelenek sürer... Yine eller kalem kavrar ya da klavye üzerindedir. Yazma çizme devam eder. Yenilikler peşindedirler. Yazılan her “farklı” alkışlanasıdır.

Bu şiirde ne demek istemiş “Allah Allah bu beni aşıyor, ne büyük adamlar yahu, anlamıyoruz ne dediklerini ama mutlaka iyidir.!”  Anlamadan okunan kutsal kitaplar misalidir bu…  

Paralizi hali diyorlar bir hal var… İnsanın başına gelenlere tepkisizleşmesi hali. Bir tür toplumsal felç istenmekte… Bu edebiyat yoluyla da bize aşılanmakta. Bilmece türünden şiirimsiler yazarken duygu değil beyin jimnastiği ile hafta sonu gazetelerin bilmece eki ile oyalanır gibi zaman öldürülecektir.  

Artık duygu sakıncalıdır. Çünkü duygularla başkaldırır insan. İsyan eder. Eğer tüm dünyadaki yaşanmakta olan vahşeti ve işkenceyi görmenizi engelleyecek ise, kendi başınıza gelenlere bile duyarsızlaşacaksanız okumayın. 

Arayışlar sürmekte…
Edebi akım ithalatı, kes yapıştır, çevir karıştır, yaz yakıştır… Kimse karışmaz size, çünkü bunlar zararsızdır. 

Evet anlamadıklarını alkışlayan felçli toplumların neye ihtiyacı var sizce? Edebiyatla şiirle uğraşanlara soruyorum. Sizin neye ihtiyacınız var? Neden yazıyoruz, kime yazıyoruz, nasıl yazıyoruz? Kendime yazıyorum demeyin. Öyle olsa İnternet ortamına çıkmazdık. Paylaşmak istediğimiz ne? Duygumuzun sıradan olmayan bir biçimde dışavurumu, okuduğumuz şairlerin etkisinden çıkıp, kendi sesimizi bulana kadar yazmak.



EVİN OKÇUOĞLU


ORBAY EKEN: BASİTTEN SADELİĞE




BASİTTEN SADELİĞE


RESİM: WASSİLY KANDİNSKY


                                                                                                                                                                              



Her şey basitten karmaşığa doğru gider..Her şey bize basit görünebilir duyularımız çünkü ancak bize o kadarını verebilir.Algılarımız çıplak duyularla hareket etmeye ve algıladıklarını bu şekilde kaydedip düşünmeye alışıktır..Bu yüzden basitliğin ardında bir şekilcilik ve içeriksizlik saklıdır.

Çıplak gözle gördüğümüz yıldızları parlak ışıklar olarak düşünür ve en fazla romantik bir biçimde gökyüzünü süslediğini düşleriz.Fakat yıldızın yapısında ve içeriğinde taşıdığı gerçeklik aklımızdan pek geçmez.Yıldızın çapı,Yıldızın şekli,yıldızın evren içindeki yeri vs..Bunlar çoğu zaman bizi ilgilendirmez.Çünkü o yıldızın hayatımızda pek önemli bir yeri yok gibi görünür gözümüze..Yıldız kayar dilek tutarız bazen sadece..Fakat yıldızın neden kaydığını evrende veya doğada meydana gelen olayların bir şekilde bizi de etkilediğini aynı olayların dünyamızı da güç durumlara sokabileceğini pek düşünmek istemeyiz..Çünkü gerçekçi olarak bütünün bir parçası olduğumuzun pek farkında olmamakla beraber zincirin halkalarının nasıl birbirini etkilediğini de enine boyuna düşünemeyiz..Bu şuna benzer evde kaybolan bir şeyin gün gelince lazım olup değerinin artacağını hesap edememeye..Çünkü evdeki her şeyin kendine göre bir yeri ve işlevi vardır.Bu bakımdan bir bütünlük arzeder.İşte tüm bu gerçekçilikten uzak nedenlerden ve düşüncedeki hesapsızlığımızdan dolayı basiti sadeye tercih ederiz..

İki insan düşünelim ve bu insanlara Mars’a gitmeyi düşünüp düşünmediklerini soralım..Ve nasıl sorusunu da ekleyelim..

Birisi kendisini bir gün düşmüş bir uzay gemisiyle ve ya uzaylılarla seyahat ederek Mars’ta hayal ederken,Diğeri astronot olmayı ve uzay istasyonlarında çalışıp bu hedefte ilerlemeyi düşündüğünü söylesin.

Acaba hangisine inanırsınız..

İkinciye tabii ki..Ama insanların çoğu birinci örnekteki gibi düşlüyor çoğu davranışında veya olaylarda bu tip tepkiler veriyor..Bunun adı basitlik veya bireysellik ne derseniz deyin.Topluma veya kendine yaşadığın dünyaya yabancılaşma belki daha uygun olur.. 

Basit yaşayacağız derken şekilciliğe ve karmaşaya düşmemek elde değil demek ki..
Bu arada bizim basit dediğimiz sade olmasın! ..
Basitle sadeyi karıştırınca tabii ki hayatımızda tencere kapağı gibi yuvarlanıp gidiyor fakat bir türlü tenceresini bulamıyor..

Sade gösterişsiz fakat enine boyuna hakim mağrur ve gerçekçidir..Oysa basit kendinden ve dünyadan habersiz sadeye özenen içi boş düşe kalka ilerleyen görünenin ardında görünmeyeni hiç bilmeyen hayalci uyduruk bir şeydir..

Tabii ki sadenin asaleti kalıcı olurken basitin foyası çabuk ortaya çıkıyor.. 

Geriye pek bir şey kalmıyor yaşamı anlamaktan başka..

İşler nasıl yürüyor görmek lazım..Yaşam biz var olsak da olmasak da akıp gidiyor aynı zamanda sürekli değişiyor..Akıntıya karşı kürek çekmekten vazgeçip gerçekçi olarak akıntıya karışmanın zamanı geldi..Tüm sadeliğimizle ve bütünlüğümüzle bu akıntının bir parçasıyız ve akıntıya yön veren de bu bütünlük işte..Bu bütünlük içersinde tüm normları değerlendirmeli ve kendi yerimizi tespit edip diğerleriyle birlikte bu uğurda mücadele etmeliyiz,bu normların altında ezilmemek için aynı zamanda insanca sade veya sadece insanca yaşayabilmek için..

‘’Hayatın nasıl akıp gittiğini gerçekçi olarak göremeyenler; bu akış içerisinde kaybolur, yitip gider ve ne kendi hayatına ne de akıntıya yön veremeden basitliğin veya basitliğin ardındaki görünmeyen karmaşanın uyduruk bir parçası olmaktan kurtulamadan yok olup giderler..’’ 




ORBAY EKEN

ADNAN DURMAZ: TÜRKÜLERİ YAKANLAR




TÜRKÜLERİ YAKANLAR  




                   
RESİM: ADNAN DURMAZ



-günümüz şiiri üzerine notlar -


Şiirin ölümü ile aşkın ve diğer insan duygularının; dostluğun, sevginin, arkadaşlığın, bağlılığın, başkaları için bir şeyler yapabilmenin ölümü aynı yerde mi kesişiyor..Eğer, kesilen bunca ahkama rağmen şiir kitapları basılmıyor ve satılmıyorsa, şiirin ölümü anlamına gelmez mi bu?

Şiiri öldürmenin en kısa yolu ikidir: Birincisi, o şiirin yazıldığı dili kopartacaksın. Dili kopartılmış bir ulustan ancak dilsiz şiirler çıkabilir. Dili sakatlanmış bir ulustan, kekeme şiirler, kimsenin anlamadığı şiirler çıkabilir. Doğru mu? Emperyalizm tüm sömürgelerindeki okullarda, o sömürgelerin dilinden beş kat fazla kendi dilini okutuyor. Durum böyle olunca da ortada tuhaf bir dil konuşulmaya başlanıyor. Butique butik, coiffeur - kuaför, central - santral, image - imaj, digital - dijital, studio - stüdyo, cargo - kargo, university - üniversite, club - kulüp, collection - koleksiyon, professional - profesyonel, ambulance - ambulans…günlük dilde kullandığımız sözcüklerden bazıları. Ya iş yeri adları, onlara ne demeli; stil bay bayan terzisi,central ısı,  easy internet cafe, dizayn ısı, momentum cafe, milan coiffeur, imaj optik, aras cargo, istikbal showroom, sport shop, istikbal centroom, viva internet cafe, universty shop, önder colour, wab center cafe, çatı cafe  fastwood, inter kuaför, digiland, Türkcell cep shop, kardelen cd store, silver street, elegants kuaför, star cafe, carmina butik, la famme butik, trade center, restaurant ve daha yüzlercesiyle dolu caddelerde dolaşırken insan hangi ülkede yaşadığını düşünen ve tepki gösteren varlıktır. Tepki, etki sonucu ortaya çıkan davranış biçimi olarak,canlı olmanın belirtisidir ilk başta. Tepki,göstermeyen varlık cansızdır.Dil geçmişten geleceğe aktarılan ne varsa tümünün taşıyıcısı olduğuna göre dilini sakatladığın ulusun geçmiş ve bu günü arasındaki bağlarını koparttın demektir. Şiiri öldürmenin iki yolu vardır demiştim.İkincisi,insanı insan kılan, şiirin insanoğlunun içinde çıktığı kaynağı kurutacaksın. İnsanı İNSANLIKTAN ÇIKARTACAKSIN. İnsanı insanlıktan çıkarttın mı, dili kopmuş bir insanın konuşmasına benzer bir tarzda, tuhaf bir yaratık ortaya çıkar. Duyguları sakatlanmış insanların aşkları da,dostlukları da, özverileri de sakattır.  

1940' larda “küçük Amerika olmak” hayalini sahneye koydular, sonra “Türk İslam sentezi” daha sonra,”amerikan rüyası”, giderek,”yeşil kuşak” projesi, “yeni dünya düzeni”,”küreselleşme” gibi değişik kavramlar sahnelendi. ”Medya” adında bir canavar, dil kopartma ve insanlıktan çıkartma senaryolarında her ülkede baş rol oynadı. Gerçek dünyasında sürünen insan, aynı zamanda sanal bir dünyada sürüklenmeye başladı..  Özentili yaşam biçimi, eşcinsel, ensest her tür sapık ilişkilerin normal gösterilmesi, sevgiliye ve eşe ihanetin normal ve insani gösterilmesi, sokak köşelerinde bali ve tiner kullanan insanların varlığının normal  gösterilmesi, çeteleşmenin, kapkaççılığın giderek alışılmış bir durummuş gibi algılanır olması, toto, loto derken bahis adı verilen kumar türlerinin en alt kesimdeki insanın ekmek parasını elinden alması bir yaşam biçimi halini aldı. Her televizyon kanalının medyumları,insanların fallarına bakmaya başladı. Televizyon kanalları aşk organize ediyormuş gibi yaparak, kadın erkek pazarlamaya başladı. En ücra köydeki insan, medyanın sanatçı diye sunduğu kişilerin aşklarını, ihanetlerini, özel yaşamlarını kendine sorun edip tartışmaya başladı. Anadolu insanının, iyi, doğru, güzel,yakışıklı, çirkin kavramları, dostluk, bağlılık kavramları yok edilerek yerine yenisi yani sakat olanı, sahte olanı konuldu.  Köşe yazarı, reklam yazarı, televizyon yazarı,  gazeteci yazar, magazin yazarı, fal yazarı vb 'leri,topluma ne kadar aydınlık katmaktadırlar, tüketim malzemelerinin pazarlamacılığından ve toplumun itildiği derin karanlık uykuda ninni söylemekten başka.  

“Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyordu Kemal Atatürk. Küresel emperyalizm ve onun yerli uşakları kendi yazarlarını üretiyor. Kuşkusuz ki mevcut düzenler her zaman kendi sanatçılarını,yazarlarını, şairlerini üretti. karanlığın, kaosun, hayvanca sömürünün, insanı insanlıktan çıkartıp bir cıvataya, dişli çarka dönüştürmenin karşısında gerçek anlamda yurdunu ve ulusunu seven, halkını ana bellemiş yazarlar, kuşkusuz ki, muhalif olmak durumundalar.Tarih tüm dünyada bunun örnekleriyle doludur. Başından bu yana çizmeye çalıştığım manzara karşısında yazarlar ve ozanlar ne yapıyor. 1963 yılında Cemil Meriç şu tanımlamayı yapıyor; ”DÜNYANIN BÜTÜN TIMARHANELERİ BİZİM ENTELİJANSİYANIN KAFATASI YANINDA BİRER AKLI SELİM MİHRAKI” diyor.” TÜRK AYDINI YANGINDAN KAÇAR GİBİ UZAKLAŞIYOR YURDUNDAN. HAYIR KİRLETTİGİ BİR ODADAN KAÇAR GİBİ. UNUTUYOR Kİ VATANI KENEFE ÇEVİREN KENDİSİ. AYDIN TANZİMAT'TAN BERİ BATI -KAPİTALİZMİNİN ŞUURSUZ SİMSARI. TANZİMAT BİR MEDENİYETİN FETHİ DEĞİL BİR IRZINI TESLİM. VE AYDIN HARABE HALİNE GETİRDİĞİ BU MEMLEKETİN ENKAZINDAN BİR ŞEYLER YÜKLENİP BATI'YA KAÇMAK İSTİYOR.  O ENKAZLA YENİ BİR BİNA KURMAK GÜÇ ŞEY. AMA ZAVALLI DOSTLARIM, DÜNYANIN EN GÜZEL COĞRAFYASINI CEHENNEMLEŞTİREN BİZİZ! ..  BAVULUNUZDA, HAFIZANIZDA O CEHENNEMİ TAŞIYORSUNUZ. KAÇIŞ, DAİMA ZELİLÂNEDİR. BU KAÇIŞ BİR KENDİNİ ARAYIŞ DA DEĞİL, PERVANENİN IŞIĞA KOŞMASI DA. HÜRRİYET, HÜRRİYET., NE HÜRRİYETİ? MEVCUT HÜRRİYETLERİ KULLANIYOR MUSUN? 1963 TÜRKİYESİ VOLTAİRE'LERİN FRANSA'SINDAN YÜZ KERE DAHA HÜR. VOLTAİRE'LER NEREDE? ” diyor.

 Yazımın sonuna çok ilginç bulduğum,Cemil Meriç’in Yahya Kemal, Orhan Veli, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ümit Yaşar, Celal Sahir gibi şairlerle ilgili sözlerini ekleyeceğim. Ancak burada çok daha önemli bulduğum bir alıntıyı eklemek istiyorum:

“-Orhan Pamuk'la nasıl tanıştınız?
-Orhan 'ın Amerika 'daki ajanı tanıştırdı.
-Sizce Orhan Pamuk Nobel’i alacak mı?
-Orhan politik bir yazar değil. Daha politik yazsaydı belki şimdiye
almıştı Nobel'i.  Böyle açıklanmamış bazı kriterler var.”
(George Andreou, O. Pamuk'un ABD'deki editörü, orada kitaplarını yayımlayan Knopf Yayınevinin yöneticisi; Zeynep Güven'le söyleşi, Hürriyet gazetesi, Pazar eki, 2 Eylül 2001, s.7)

 “İnsan New-York'ta başarıya ulaşırsa bütün dünyada başarıya ulaşır... Türkiye'de medya aracılığıyla doğrudan okurlara sesleniyorum, Amerika 'da eleştirmen filtresinden geçmek gerekiyor.”  (O. Pamuk, aynı yerde)  

“-Türkiye'dekine göre Amerika'daki başarınız daha mı önemli sizin için?
-Evet ermeni katliamı konusunda kitap yazan eleştirmenler Amerika’daki başarımı geciktirdi...
Türkiye'nin geçmişinde böyle karanlıklık bir şey olduğuna inanıyorum.”
(O. Pamuk, Milliyet gazetesi, Pazar eki 23 Eylül 2001, Ahmet Tulgar'la söyleşi, s.7)  

“Kendi romanının pazarlamasını en iyi şekilde yapacak olan o romanın bizzat yazarı mıdır?
-Benim Amerika'daki ajanım öyle der..
-Paranoyak olduğunuz söylenebilir mi?
-Evet, paranoyağım.” (O.Pamuk, Hürriyet gazetesi, Pazar eki,  20 Ocak 2002, Ayşe Arman'la söyleşi, s.12-13)
(Kaynak:Öner Yağcı,Küreselleşme Sürecinde Edebiyat,İleri yay,2004,İst.)  

Kendisine Paranoyak diyen Orhan Pamuk’un kişiliği, dünyaya bakışı bu birkaç satırda net olarak görülüyor.Ya peki,günümüz şair ve yazarları ne yapıyor? Küresel emperyalizmin kültür politikalarının karşısında mı, yoksa yanında mı yer alıyorlar? Hilmi Yavuz, Ahmet Altan, Cezmi Ersöz, Murathan Mungan ve piyasada at koşturan diğerleri ne yapıyor.  “Yazarlar insan ruhunun mimarlarıdır” diyordu Maksim Gorki. Bizimkiler insan ruhuna sadece paranoyalarını kusmanın ötesinde ne yapıyor. DÜNYANIN BÜTÜN TIMARHANELERİ BİZİM ENTELİJANSİYANIN KAFATASI YANINDA BİRER AKLI SELİM MİHRAKI” diyor Cemil Meriç. Orhan Pamuk: “-Evet, paranoyağım.” diyor.. Sömürge yazarları ve şairleri bilerek hep dışarıya öykünmeyi seçiyor.. Ya da kendi ülkesine değil kendine bakmayı. Kendini neredeyse dünyanın en iyi şairi sayan Hilmi Yavuz’un geldiği son nokta şu oluyor:
“Harfler ve laylay lom  

‘o’lardı, onların içinde, oooo!
o da oradaydı, o odada
gelin odasına gelindi, indi
'a’lar, ‘y’ler.’l’lerle bir arada  

'ü'nün düğününde gördüğün
'ü'ler kalabalığı, beşi bir yerde
üzgün kızlar hep geride kaldılar
‘i’lerde olan her şey ise ilerde  

imdi resimdeki adresim şimdi;
işte 'hilmi@yalnızlik dot kom’
‘a' 'y'yle evlenirken, ay kara,
biz burda ayla'yla lay lay lom “  

Ben mağdurların yanındayım, medya beni almıyor diye ağlayan Cezmi Ersöz “... Ama ben sentezlerden yanayım. Kaoslardan yanayım. Doğu- Batı çatışmalarından hoş ürünler çıkabilir. Post-modernist akım deniyor buna. Post-modernizm Türkiye’de küreselleşmenin bir parçası olarak görüldüğünden, eleştirel karşılandı. Ama post-modernizmin getirdiği açılımlar da var. Buluşmaları sağlıyor. Farklı anlamda pek çok buluşmayı sağlıyor” diyor. Postmodernizmin ne olduğundan habersiz yazar..  

Bunlar mı yukarda çizdiğimiz saldırıya maruz kalarak dilinden, insan değerlerine kadar felç olmuş insanımızın ruhunu sağaltacak olanlar.  

Dağlarda, ”Ferman padişahın dağlar bizimdir" diyen Dadaloğlu’dur halk.. Medyasız, yüzyıllara haykıran Pir Sultan’dır.. Köroğlu’dur zalime baş kaldıran..”Türkülerimizde yalnız onların maceraları vardır” deyip zindanları, kaçkınlıkları şiir bahçesi kılan Nazım’dır.  Hiç kuşkum yok ki,emperyalizmin dilinden duygularına kadar saldırdığı dünya halkları, ki onlar insanlık tarihi boyunca ölümsüz birer çınar gibi dal sürüp kök salmışlardır,  kuşkum yok ki bu saldırılara umulmadık bir biçimde yanıt verirken, halkının değerlerine ters düşerek yozlaşmanın kalemi olanlar tarihin çöplüğüne savrulmaktan kurtulamayacaklardır. Bir yazarın dediği gibi “TÜRKÜLERİ YAKANLAR YASALARI YAPANLARDAN DAHA GÜÇLÜDÜR.”

Şimdilik Cemil Meriç’in sözleriyle bitiriyorum:

'... Gerçek sanat, birer hayalete benzeyen, kaypak ve soyut varlıkların damarlarından kan geçirmek, gözlerine pırıltı, adalelerine sıcaklık ve sertlik vermek... Şuurumuzun önünde resmi geçit yapan konular da önce gülümsüyorlar size, aşinalık gösteriyorlar, kollarınızı açınca boşluğu kucaklıyorsunuz. Halbuki yazar, onları teker teker otopsi masasına yatıran, yahut şuurunun adesesiyle konsistansa kavuşturan, evet yahut -ama bunu yalnız dâhiler başarabilir-, damarlarına kendi hayatından, hayatiyetinden bir parçasını zerkeden adamdır.' (Cemil Meriç, Jurnal, 10.1.1963)  

EK:
CEMİL MERİÇ’ten değerlendirmeler:

“Yahya Kemal neden tanrılaştırıldı? Beklenileni, alışılanı verdiği için. Biçim denenmiş, incelmiş, sevilmiş. İçindeki bilinen, belki bilinenin güzeli, ama bilinen. Yahya Kemal'de kemal var, ihtilal yok. Uçmuyor, yürüyor. Gauthier'nin, Bainville'in, Flaubert'in burjuva dediği adam bizde üniversite hocası. Üniversite hocası, Yahya Kemal'de bildiğini, alıştığını ama biraz başkalaşmış olarak, bulduğu için dasitani bir muhabbet gösterisi içindedir. Bu suretle sanata karşı vazifesini yerine getirdiğine kani. Yahya Kemal Fransızca öğrenen Nâbi, veya Hersekli Arif Hikmet. Sığın sığı., ve 'poncif'in 'poncif'i. Kelimeler pırıltılı, cümbüşlü, içinde bir şey yok. Bir mermerin göğsü, daha doğrusu mermerden bir göğüs.  

Orhan Veli de öyle. Onun da sevilen şiirleri alışılanlar ve Hüseyin Rahmi nesrinden bir arpa boyu ileri gitmiyen en güdük zekâlıların kolayca içine girebildikleri. Orhan'da da yeni yok. Yenilik küçüklüğünde şiirin. 'Bir elinde cımbız, bir elinde ayna. Umurunda mı dünya'. Herhangi bir hizmetçi kızın idrâkine seslenen bir nükte. Orhan'ın nesli şiirin kanatlarını kesti. Toprakta sürünen sevimli bir hayvan haline getirdi. Sevimli ama gülünç ve zavallı. Kartaldan çok bir kümes hayvanına benziyor bu şiir. Yumurtası olmayan, garip bir kümes hayvanı. Orhan nesli yeni fetihlere koşmadı. Göz boyacılığını, jonglörlüğü, ucuzu erişilmeyene tercih etti. Fikret'in, Hâmid'in hatta Haşim'in kanat çırpışları yok onlarda. Ya kolej talebesinin küçük şikayetleri, ya gazete fıkrası. Hangi Batı, hangi yenilik? Bir cüceler edebiyatı. Bir mikro edebiyat.”……………….

” TÜRK BURJUVAZİSİ VE ÜMİT YAŞAR

… Pazar günü konferansa götürdüler beni. Ümit Yaşarttı konferansı. Lozan Kulübü ağzına kadar doluydu. Kadın kokusu, hamakat kokusu... Konferansçı, Oscar Wilde kadar şımarıktı. Şöhretten şikayet ediyordu, kendisini bir gölge gibi takip eden şöhretten. Tarih bu küstah şikayeti hiçbir lâyemuttan dinlememiştir. Gerçek büyükler tanınmadan öldüler. Milton, Stendhal, Nietzsche ve yüzlercesi.. Her zafer bilhassa onu hak etmeyen için ağır bir yüktür. Ümit Yaşarın uyandırdığı ilgi, tam bir 'mediocrite'yi heykelleştirmesinden doğuyor. Türk burjuvazisi yenilikten hoşlanmıyor. Fazıl Hüsnü'nün panayır hokkabazlıkları bunun için itibarsız. Dildeki özleştirici akım (?) küskün bir hayranlık yaratıyor onda. Küskün, çünkü her  yeniden korku duymaktadır. Hayranlık, çünkü her yeniye, daha doğrusu her hokkabazlığa, her maskaralığa alkış tutmak bu köksüz, bu dalsız budaksız, bu kazık gibi sınıfın tarihi vazifesi. Ümit Yaşar ve orta sınıf. Bunlar birbiri için yaratılmış. Bir şair ki yalnız düşünmekten değil, konuşmaktan da âciz. İhtiyar bir âşıka cilve yapmaya kalkan bir kaldırım orospusu gibi horluyor dinleyiciyi. Terbiye ne kelime. Şiirleri çağdaşlarından derlenmiş kötü bir antolojiye benziyor.  Geçen yazımda Yahya Kemal'in sığlığından bahsetmiştim. Yahya Kemal, Ümit Yaşar’ın yanında umman. Ümit Yaşar’ın hüneri alışılan’ı, köksüz'ü, meyvesiz'i vermek. Bir hadımlar şairi. 'Virîlité'si olmayan bir sınıf, 'virilitié’si olmayan bir şair. O sınıf serveti hak etmeden kazandı, Ümit Yaşar şöhreti. Bunun için mustariptirler. O sınıf kazandığı servetle beraber büyümedi. Dev bir zırhın altında kaybolan cüce. Ümit Yaşar da öyle. Zafer onun değil reklamın. Dümdüz bir nazım, ne tepesi var, ne uçurumu. Ufuksuz ve imzasız, âdeta manîler gibi. Vâlâ Nurettin ne kadar gazeteci,  Reyyan ne kadar avukat... Türk burjuvazisi ne kadar burjuva ise, Ümit Yaşar da o kadar şair. Gecekondu burjuvazisine gece-kondu şâir. Yahya Kemal hayranları belki cüce, ama sıhhatli birer cüce. Ümit Yaşar'ınkiler hadım.-……… Kadıköy nazeninlerinin otuz yıl önceki şairi Celal Sahir'di. Kemiksiz, adelesiz bir salon züppesi. Ama Sahir hem Fuzuli’yi okumuştu, hem Musset'yle flört etmişti. Derinlere kök salmamıştı ama, büsbütün köksüz de değildi. Dinleyicileri de öyle. Memleketi muazzam bir tımarhanenin hücreleri halinde görmek ne kadar hazin. Bir yanda dilin ciğerlerini kemiren energümenler ne yaptıklarını, ne istediklerini bilmeden ezberlediklerini haykırmakla meşgul. Seyirciler, sadece Bizanslı oldukları için, bu şaklabanlıklara kurnaz bir saygı ile suç ortaklığı etmekte., ötede sadece cilaları değişen putlar. Cilaları ve bazan tahtaları. Celal Sahir yerine Ümit Yaşar. Allah encamımızı hayreylesin.” 
(Cemil Meriç,Jurnal,1.cilt,İletişim yay,İst. ) 



ADNAN DURMAZ
1 Temmuz 2006