15 Aralık 2006 Cuma

EMEĞİN SANATI'NDAN 2. MERHABA




MERHABA DOSTLAR !

Yeni bir sayıyı daha  yüreğimizin  potasından  emeğin tezgâhına döktük...  Dilerim, yaşadığımız sisli puslu günler içinde gözlerinizde birer umut kıvılcımı canlandırsın, bu sayıdaki ürünlerimiz.... Bu kıvılcımlar da  inanç ve coşkuları alevlendirsin... 

Bu blog, belki "EMEĞİN SANATI" gibi iddialı bir adın yükünü taşıyacak  ustalıkta düzenlenememiş olsa da  yüreğimizdeki coşku ve inancın  bu adı omuzlayacak güçte olduğuna inanıyoruz...

 Görüş, öneri ve eleştirileriniz, bizde daha önemli ve güzel çalışmalar yapabilme cesareti uyandıracaktır.

EMEĞİN SANATI


 BU SAYININ SAVSÖZÜ

"Türkiye'de yaşayan şair ve yazarların, özellikle 1980'den sonra toplumsal ve insanal sorunlara karşı ilgisizleştiğini, kayıtsızlaştığını ve duyarsızlığını düşündüğümü söyleyeceğim. Bu süreçte, yazarın ve şairin sistemle bütünleşmesinin ve teknolojikleşmesinin başlıca rol oynadığını sanıyorum. Şairler, yazarlar, tam da Gouldner'in gözlemlediği ve betimlediği bağlamda, özgül ve özel bir dilleri olduğuna, bu dilin kamunun dilinden farklı ve ayrı olduğuna daha çok inanmaya başladılar ve edebiyatın ancak kendi profesyonelleri tarafından öğrenebilinecek, betimlenebilecek ve çözümlenebilecek bir teknolojisi bulunduğuna iman ettiler. Yazınsal alan, giderek endüstriyel alan haline geldiği ve uzmanlaşmaya itibar edildiği için, şairlerin/yazarların ideolojisi okurlara da içselleşerek/ içselleştirilerek, yazın toplumsal/in-sanal matriksini yitirdi. Sanırım, yazarlar/şairler de dâhil, Türk aydınlarının jeopolitik ve jeokültürel sorunlar üzerinde düşünmeyi yeniden öğrenmeleri, bu öğrenme süreci sırasında da yitirmiş bulundukları tarihsel/siyasal ve ideolojik/ kültürel misyonu edinmeye çalışmaları gerekiyor." AHMET OKTAY



YAŞAMDA VE SANATTA 
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ

 İNSAN HAKLARI GÜNÜ ve HAFTASINI KUTLADIK ?!?..

 10 Aralık’ta İnsan Hakları Gününü ve Haftasını kutladık.... Tam inanıyorduk ki ülkemizde  insan haklarının varlığına , önde tutulduğuna... 13 Aralıkta 17 yaşındaki Erdal Eren’in  idamı, 19  Aralık 2000’de cezaevlerindeki  katliam ve kırım aklımıza düşünce bu  günün ülkemizde palavradan günlerden farklı olmadığı konusunda uyardı.... Tabii ki 24 Aralık Kahramanmaraş Katliamını da unutmamak gerekir. Şurası gerçek ki, kapitalizmin egemenliğindeki bir dünyada asla insan hakları olamayacaktır... İnsanlar gerçek hak ve özgürlüklerine sosyalizmin ışığıyla ulaşacaklardır.....



 BİR DİKTATÖR DAHA TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNÜ BOYLADI:
PİNOCHET ÖLDÜ!

11 Eylül, sadece “ikiz kuleler”in yerle yeksan olduğu zamanı simgelemez. O tarih, ABD emperyalizminin demokrasiye düşmanlığının da simgesidir. ABD, bundan tam 30 yıl önce Şili’de halkın oyuyla iktidara gelen Marksist lider S. Allende’yi bu tarihte devirmişti. Aynı oyunu bizde 7 yıl sonra, 12 Eylül’de görecektik. 

Fidel Castro’nun, “Bu devrimci bir eylemdir. .. Öyle bir eylem ki, devrimciler değişimi, barış içinde yasal yöntemlerle gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Çağdaş toplumların tarihinde çok değişik bir yeri var bu değişimin.” diye tanımladığı Şili’de neler olmuştu. Halkın oyu ile gelen Allende, Şili’de sosyalizmi inşa etmeye başlamıştı. İlk olarak toprak reformanı başlatmıştı. 50 bin köylü ailesi toprak sahibi olurken, kentlerde de işçi ücretleri yüzde 66 artmış ve 100bin işçi konut sahibi olmuştu. Ardından bankalar devletleştirildi. Sırada Şili’nin en önemli kaynaklarından biri olan bakır madenleri vardı. Ancak bakır madenlerinin çoğu ABD’li şirketlerin elindeydi. Dönemin ABD başkanı Nixon, dışişleri bakanı Henri Kissinger’le görüşüp karar verdi.İlk önce ekonomik abluka uygulanacak, bunu takiben de suni olarak piyasadan bazı mallar çekilecekti. Böylece kuyruklar oluşacak ve dış destekli bir muhalefetin de yardımıyla kaos yaratılacaktı. Sonrasında da çok iyi bildiğimiz gibi ABD’nin güdümünde bir general öne çıkartılarak darbe yapılacaktı. 

Beklenen darbe yapılır ve Allende 11 Eylül 1973’de Şili bayrağı elinde işbirlikçilere karşı silahla direnirken öldürülür.Barışçı yolla sosyalizme geçişin diğer ülkelere de örnek teşkil etmesinden korkup, demokrasiyi katleden ABD güdümlü cuntanın başı Augusto Pinochet, hakkında açılan davalar sonuçlanmadan  11 Aralık 2006’da 80 yaşında öldü.... Bugün Şilide ve dünyada  faizmin katlettiği şarkıcı Victor Jara’nın kulaklarımızda çınlayan “Venceremos”  şarkısı  her zamankinden daha gür bir sesle söylenmekte....
Dileyelim, bizdeki Pinochet’ler, yargıda hesap vermeden  boylamasınlar bu çöplüğü..... 



 NİHAYET BİZ DE NOBELLİYİZ!?!?...

Emperyalizmin kültür alanındaki ideolojisi olan postmodernizmin ülkemizde ilk ve önemli temsilcisi olan; ülkemizde edebiyata piyasa ekonomisini sokan; okuru müşteri olarak gören ilk yazar Orhan Pamuk nihayet Nobel’e uzanmanın dayanılmaz hafifliğini yaşadı ve yaşattı......  Onlar ermiş muradına !...


AVUKAT BEHİÇ AŞÇI 254 GÜNDÜR  ÖLÜM ORUCUNDA


Bu süreçte Avukat Behiç Aşçı tüm hukuksal çabalarının engellenmesi sonucu  5 Nisan Avukatlar gününden bu yana   ölüm orucuna yattı. Ölüm orucunun 254. gününe ulaşan  Behiç Aşçı, ölüm orucuna yatış nedenlerini bir bildiriyle açıkladı. İşte bu bildiriden can alıcı bölümler:

“Sadece İstanbul’da 20 kadar infaz dosyasında ölenlerin yakınlarının Avukatlığını yaptım. Tümünde sanıklar polislerdi ve ölenler de halktan insanlar. Bazı infazlarda görgü tanığı olmasına, bazı ölenlerin vücutlarında 50-60 kadar kurşun girişi olmasına, bazı infazlar bizzat polis telsizi kayıtlarından tespit edilmiş olmasına rağmen tüm davalarda polislerin beraat ettirildiğine tanık oldum. Adeta bu ülkede hakimlerin de bildiği, yazılı olmayan ve bizim görmediğimiz, bilmediğimiz başka bir hukuk-yasa uygulanıyordu. Hapishanelerde kafaları kırılarak öldürülen insanların yargılandığına tanık oldum, öldürenlerin değil.

Ve elbetteki 19 Aralık HAYATA DÖNÜŞ OPERASYONU. 20 hapishanede aynı anda başlatılan bu operasyona Kıbrıs Savaşından sonraki en büyük silahlı güç katılmıştır. Bilindiği kadarıyla 20000 bomba atılmış, onbinlerce mermi sıkılmıştır. Bazı hapishanelerde ne olduğunu hala bilmediğimiz kimyasal silahlar kullanılması sonucu insanlar yakılarak öldürülmüştür. Sağmalcılar Hapishanesinde 6 kadın diri diri yakılarak öldürülmüştür. Sağmalcılar ve Ümraniye Hapishanelerinde atıldığında insanların etlerini, derilerini yakan ama üzerlerindeki elbiseleri yakmayan gazların kullanıldığını tespit ettik ve bu gazların kimyasal tespitini yaptıramadık. 28 kişinin ölümüyle sonuçlanan operasyondan sonra tutuklu ve hükümlüler F tipi hapishanelerdeki tek ve üç kişilik hücrelere kapatılarak tecrite alındılar. Tecrit koşulları ağırlaştırıldı. Aile, Avukat görüşleri engellendi, yasaklandı. Kitap ve yayın alımı engellendi. Tecrit ve yalnızlık üç kişinin intihar ile ölmesine, yüzlerce kişinin psikolojik sorunlar yaşamasına, yüzlerce kişinin de fiziki hastalıklar yaşamasına yol açmıştır.  (.................)

Ben Avukat olarak 6 yıldır elimden geleni yaptığımı düşünüyorum. Suç duyuruları, davalar, şikayetlere rağmen tecritin kaldırılması konusunda hiçbir adım atılmamıştır. İşte bu nedenle 5 Nisan Dünya Avukatlar Günü’nde yapabileceğim son şeyi yaparak Ölüm Orucu’na başladım. Kendime ait bir talebim yoktur. Hapishanelerdeki tecritin kaldırılması tek talebimdir. Beni bu eylemi yapmaya iten Adalet Bakanlığı’dır. Eylemime intihar eylemi olarak bakmıyorum. Elbette yaşamayı ben de seviyorum ve istiyorum. Ama müvekkillerimin tecrit koşulları altında tutulduğunu seyrederek yaşamak istemiyorum. Her gün eriyip yok olmalarını izleyerek yaşamak istemiyorum. Onlara karşı bir vicdan borcum var ve bunu ödemeliyim. “

Dayanışma için e-posta adresi:  avukatbehic@mynet.com



ERDAL EREN UNUTULMADI, UNUTTURULMAYACAK !


12 Eylül faşizmi tarafından 17 yaşında  13 Aralık 1980 günü idam edilen ERDAL  EREN’i ölümünün 26. yıldönümünde saygıyla anıyoruz...
Sadece Türkiye tarihine değil, dünya tarihine de kara bir leke olarak geçen 12 eylül faşist cuntası, 17 yaşında idam sehpasına yolladığı Erdal Eren adıyla da lanetlenmeye devam ediliyor. Bir askeri öldürdüğü iddiasıyla, “jet hızıyla” yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edilen Erdal Eren, savaşımıyla , karalılığı ve bilinciyle yaşayacak hep...

Erdal Eren’i idam sehpasına kadar götüren süreç, ODTÜ öğrencisi Sinan Suner’in, 30 ocak 1980’de katledilmesiyle başladı. Ankara’nın yukarı ayrancı semtinde yazılama yapan Sinan Suner, MHP’li bakan Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir’in kurşunlarıyla öldürüldü. Suner’i vurmakla yetinmeyen Ezendemir, arabaya aldığı Suner’i başkent sokaklarında dolaştırdı, işkence etti. Öldüğüne emin olunca da hastane kapısına attı Suner’in cesedini. Olayın duyulmasının ardından, 2 Şubat 1980’de Sinan Suner’in öldürüldüğü yerde protesto gösterisi yapıldı. Gösteriye müdahale eden askerlerle göstericiler arasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge ölürken, Erdal Eren’le birlikte 24 kişi gözaltına alındı. Eren, Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklandı. 2 şubat’ta gözaltına alınan Erdal Eren, tarihin en hızlı yargılamasının ardından, 19 mart 1980’de idama mahkum edildi. henüz 17 yaşındaydı erdal eren. ne yaşına bakıldı, ne avukatlarının sunduğu delil ve tanıklara. dünyanın dört bir tarafında idama karşı tepkiler yükseldi, imzalar toplandı. ancak karar mahkeme öncesinden verildiğinden, yargıçlara sadece emri uygulamak düştü. Askeri Yargıtay 3. dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren “TCK’nın 59’uncu maddesinin uygulanmaması” nedeniyle usulden bozmasına rağmen, daireler kurulu iki kararı da reddetti. red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat Toktay, kararı, “Yargıtay içinde bitirildi” diye değerlendirdi. Güvenlik konseyi tarafından onaylanan karar, dünya çapında yürütülen “idamı engelleyelim-Erdal Eren idam edilemez” kampanyasına rağmen 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, “Asmayalım da besleyelim mi? sözleri faşist cuntanın anlayışını  özetliyordu.


BEHÇET NECATİGİL’İ ANIYORUZ.... 

Burjuva edebiyatçılarca “küçük duyarlıkların şairi “, olarak nitelenen, ama evinin penceresinden dünyaya açılan yüreğinde insanî  gerçekleri de yansıtmaktan çekinmeyen şair Behçet Necatigil 13 Aralık 1979’da  geride  kendi şiir-düz yazı çevirilerden oluşan  altmış üç yapıt bırakarak aramızdan ayrılmıştı.  Kendisini PANİK şiiri ile anıyoruz:

PANİK

Artık ıssız kırları bıraktı Pan;
Şimdi birçok ülkelerin milyonluk kentlerinde
Asfaltlarda, betonlarda dolaşıyor
Kızgın, uzun yazların öğlen saatlerinde.

Blok apartmanların şahane katlarından
En çalımlı taşıtlara atlıyor.
Devcileyin arkalar, koskoca bankalardan
Yanında yardakçılar, yaşıyor.

Sessiz dilsiz kimseleri kestiriyor gözüne,
Dişlilerden kaçıyor.
Fabrika duvarları sağır kale kapıları
Yılgın yorgun adamlar, bezgin ürkek kadınlar..
Çullanıyor onların az ekmek sevincine.

Değil yalnız yazların kızgın sıcaklarında
Hemen her gün, hele büyük kentlerde
Bulvarları tarıyor, hain gülüşleri sessiz.
Pan’la karşı karşıya, gözleri kararıyor
Katı cıvık asfaltta yalın ayak bir işsiz.

Yoksullar açlar hastalar sürünürken
Kentlerin göbeğinde, kuytu köşelerinde;
Hıncını alamamış sanki insanlardan
Uygarlığı zalim, daha da azıtıyor
Atom bombalarında, uzay füzelerinde.

Yarınlar? Gizli kara gazete haberlerinde
O varsa ekmeklerde, sularda ağulu;
Hattâ çocuk yüzlerine düşmüşse gölgesi,
Keser bizim gibiler yarınlardan umudu.

BEHÇET NECATİGİL 



KAMU EMEKÇİLERİ İŞ BIRAKTI.........


AKP iktidarının hazırladığı ve halkı daha da yoksullaştırma politikasının adı olan, 2007 bütçesine karşı kamu emekçileri 14 Aralık günü ülke genelinde iş bırakma eylemi yaptı. TİS, grev hakkı, çalışma yaşamının demokratikleşmesi, iş güvenceli istihdam, insanca yaşanacak ücret, sağlık ve eğitime daha fazla bütçe, talep eden binlerce kamu emekçisi birçok ilde alanları doldurarak taleplerini haykırdılar....

                     

COŞKUNUN VE İNANCIN ŞAİRİ ŞÜKRAN KURDAKUL’U ANIYORUZ  

Türk Edebiyatında sosyalist gerçekçiliğin önemli adlarından olan şair  ŞÜKRAN KURDAKUL’u 15 Aralık 2004'te, 77 yaşında yitirmiştik.  Bir şair olduğu kadar da bir örgütçü ve eylem adamı olan ŞÜKRAN KURDAKUL, TİP Balıkesir İl Başkanlığının yanı sıra uzun yıllar yazar örgütlerinde de başkanlık yapmıştı...Ölümünün ikinci yıldönümünde şiirimizin gür sesli ozanını saygıyla anıyoruz.

“Gücünüz varsa sizin / Sözcüğü tutuklayın. / Öğrenci, kitap, türkçe / En güzel kavramı dilimin / Özgürlüğü tutuklayın !
Ben ki düşünüyorum / Var olduğumdan beri / Silahlar bana dönük / Savaşlar sizin için / Gücünüz varsa artık / Usumu tutuklayın.
............” 

                                               

 19 ARALIK KATLİAMI UNUTULMAYACAK!..


Bundan altı  yıl önce 19 Aralık 2000’de en vahşi hapishane  katliamlarından biri yaşandı. Katliamın hemen ertesinde bu dört yıllık zaman diliminde hapishanelerde, tecrit ve izolasyona karşı direnişlerde, ölüm oruçlarında 117 devrimci  yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı.

Ama devrimcilerin savaşım azmini  kıramadı bu katliam... Onur ve siyasi kimlik mücadelesinde son derece zengin bir savaşım  geleneğine sahip olan devrimciler bu saldırıya karşı da ölümüne direndiler. 100’ü aşkın şehit, yüzlerce sakat verildi bu uğurda. Binlerce tutsak F tipi cezaevlerinde ölüm hücrelerine kapatıldı ama yine de teslim alamadılar devrimci iradeyi. Direniş bugün farklı biçimlerde de olsa sürüyor, sürecek de. 

Kazanan direniş olacaktır...





NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

RESUL ÜSTÜN: NAMUS ŞİMDİ YAMAN BİR TALANDA




NAMUS ŞİMDİ YAMAN BİR TALANDA 




FOTOĞRAF: www.diyarbekir.net






İnce vücut hatlarını çiziyorum tarihi kadim şehrimin
Kara yazgılı taşlarına cansız bedenleri de ekleyerek
Avrupai bir düş yaratıyorum sefil merakımdan.
İçinde son kez yıkanılan cenebet su yüzeyine
Rastgele darbeler indiriyorum rakkase kalemimle
Baş kaldıran barış aktivistlerini de unutmayarak...

Şehrimi resmediyorum çimler üzerine öksüz bir gecede
Sur diplerinin ışıksızlığına kırık bir ayna tutarak
On beşlik çocuk 'orospular' beliriyor peş peşe
Saldırıya uğramış karıncalar misali panikteler
Bahar kokuyor, sevda kokuyor Karacadağ basması fistanları
Façası bozulmuş al yanaklarına öpücükler konduruyorum gizliden
Vampir gülüşlü yarasaların aç bakışları arasında.

Aşk tanrıçalarının kahkahaları yankılanıyor bin yılların gerisinden
Ter yerine iki damla kan sızıyor kasıklarımdan aşağıya doğru
Tarihi bir tiksinti mide bulandırıyor, âr'ımdan utanıyorum
Namus şimdi ekmek kırıntıları arasında yaman bir talanda
Kan kusuyorum kadim şehrimin utangaç bakir surlarına. 
 



RESUL ÜSTÜN

GELECEK : HEKİM COŞKUN




GELECEK  








dibe vurmuş dünlerdeyim
diplerdeyim; …
kapkaranlık kuyulardayım
akrep yılan, börtü böcek,
diş izi, dil izi, yalan izi, it izi
boğaz - boğazıyım
ürer yalan, ürer feryat, ürer figanlardayım.
yollardayım…
hasret tohumları ekilmiş, toz dumanlardayım
çamurlarda, bataklıkta, karanlıktayım
bir yanım sende kaldı
bir yanın bende
bölük-pörçük param parça,
zindanlardayım
taşlarda, mermilerde, sakatlardayım
yangın yeri içim-dışım,korkulardayım…
zirve görmüş yalnızlığım,
dağlardayım..
ben banayım,
yarınlardayım
içimde bin kurtuluş sevdalardayım
gökyüzümden karabulutları silecek,
bin çiçek ekecek,yağmur getireceğim
sırılsıklam sevdalardayım.
çocuksuyum,pati adımlardayım
yedisinde, yetmişindeyim
gelecek
getirecek
zindeyim
güneşi düşlüyorum
dudaklarım çatladı ilk yazdayım
bahardayım.
ne yüz yıllar, ne milenyum
yeni buldum,yaşadığım çağdayım
taş, demir, bakır,makinelim
mamalarda,meyvelerdeyim
yanak yanağa sobelendim
cezalardayım.
özgürlükte, barışta, kardeşlikteyim
gelecek misin?
gelecek miyim?
gelecekteyim.
adına umutlar beslediğim
şimdilerdeyim.




HEKİM COŞKUN

ÖYKÜ BİTTİ DERSİN MESELA: AYHAN SÖNMEZ





ÖYKÜ BİTTİ DERSİN MESELA






 -erdal eren'e-

aslında seninle ilgili söyleyeceklerime yetmeyecek sözcükler
ürkek bir ceylan kadar doğal, yağmur kadar sırılsıklamken gözlerin
yaşına yeni değmiş bir bebe kadar duru bakışlarında boğulmanın
masum bir aşk intiharıyla açıklanabileceğine şu kadarcık inanabilsem
hiçbir ahlaksal hesabın içine girmeden ipimi gönüllü çekecektim

rahman olan sen misin yoksa tanrı kendini mi eğliyor gökte
aşkın kemendini boyna geçirmek zevkli bir tükeniş belki, ölümsüzlük de olabilir
ama on yedi yaşında bir delikanlının boynuna faşizm geçirmişse kemendi
namus’un tanımını yeniden yapmalı köşelerinde ahkam kesen ahlak kumkumaları
naif bir ölümsüzlüktü erdal’ın ölümü, ölümsüzlüğün başladığı yerdi yağlı urgan
şimdi ben seni en güzel şiirlere malzeme yapsam hayatın yüzü kızarır/utanabilir hayat/
sorarsın bana doğal olarak: aşk bu kadar ucuz mu, hem de unutacak kadar yaşananları

az sözcükle de anlatılabilir haksız bir idam, tıpkı aşkın anlatılabileceği gibi
öykü bitti dersin mesela, çiçek soldu dalında; ya da ölürüm sensiz kalsam

“hürriyet” bir gazete adı olmaktan öte anlamsız bir şey bu memlekette
neresinden baksan ipe götürüyor insanı hürriyet’e adanmış şarkılar
ilkel bir hüzünlenme şekliymiş dengbej ağıtları, ya benim sensizken çektiklerim
mısralarda soluk soluğa kalan hayat, zil takıp çıkmalı sokaklara; ağlamalı, ağlamalı
nehrin iki yakasını bir araya getirmeli hüzünlere yardım ve yataklık eden aşk

eksildim yine, sana aşka dair bir iki laf edecektim, kır çiçeklerine sarıp sözcükleri
zamansız bir idam anısı anlattırmadı bana, on yedi yaşındaki çocukların aşka olan hasretini
ölüler sığabilseydi mezarlarına bil ki hiç gerek olmazdı hürriyet şarkılarına
ve ben senin için gerekli gereksiz en yazılmamış şiirlerini yazardım aşkın  





AYHAN SÖNMEZ 
(11 aralık ’06, Antalya )


MEHMET HALİL: İPSİZLERİN ADALETİ OLMAZ!




İPSİZLERİN ADALETİ OLMAZ! 







Adalet her zaman
teraziyi dengede tutmaktır.
Hırsızlık ve pezevenklik küçültücü ise
Hemen, önüne ‘’sayın’’ konulacaktır
Omuzlarına yıldızlar asılacaktır.
yıldızlar marifete göre
derece derece.
Bu da yetmez,
Ağam paşam diye,
Önünde yerlere yatacaksın
Bunu, yasalarla sağlama alacaksın
Büyük devleti yönetenlerin
İtibarını koruyacaksın.
Büyüklüğü,
zayıfları ezerek göstereceksin
pire ezer gibi…
yoksa nasıl görecekler bu gücü?
Dengeyi bozan olursa,
‘’Devletin ve milletin huzuru adına ‘’
Hemen asacaksın.
Omuzlara yıldız asar gibi…
‘’asmayalım da besleyelim mi? ’’ 



MEHMET HALİL


MEHMET SARI: ÖFKEM KAN AĞLIYOR




ÖFKEM KAN AĞLIYOR 











-Pinochet ve gibilerine -

Şilililer bayram yaptı ardından
dünyadan soluğunun kesilişiyle,
Benimse
öfkem kanıyor durmadan,
Halkına düşman
ve ülkesine ihanet madalyalı general,
Toplumun yargısını görmedin diye! 

Duyulmamıştı böyle biri daha
ölümüyle insanları sevindiren,
Bir madalya da bu kez hakettin
pentagon diplomalı paşa
hiç taviz vermediğin için
kötü ünlü kişiliğinden... 

Halk bayram ediyor ölümüne
karanlığın kalkar diye yaşamın üstünden,
Benimse öfkem kanıyor;
Milyonların
......parmaklarının
.............ok gibi durmasının
...................korkak gözlerinin karşısında,
Ensende şamar gibi saklamasının
seksen bin acılı tokatın öfkeyle,
Ve anlamını
karanlık bir hücre deliğinden
.....................bakılışın dışarıya,
Tatmadan gittin diye... 

Umarım bu gidiş bir gelenek olmasın
kurtulmasın halkın adaletinden engerekler,
Ve oturtulmaktan
sanık sıralarına birer birer
tutulup kulaklarından
..............senden sonra gelenler...
Kökünüz temizlenmedi daha
epeyce kabarık listeniz,
Fakat iki tane önemli
pentagon oğlanı var sırada,
Birisi senin büyük ağabeyin
sessiz sedasız oturur Jakartada,
Ötekiyse küçük biraderin
benim doğduğum topraklarda,
Dolaşır bir utanç korkuluğu gibi,
Dolaşır yağlı sofra kapılarında
sahibelerine gerdan kırarak
sahte sanatkar hokkabazlığıyla... 

Tükürse de gelecek günler mezarlarınıza
Halklar bayram etse de ölümlerinize,
Benim öfkem kan ağlayacak hep
Halkın yargısını tatmadan gittiniz diye! 



MEHMET SARI


ALİ ŞAHİN: CESURLARA YAZDIM




CESURLARA YAZDIM








haydi düş kuralım çocuklar, hadi zincirleri kıralım.
haydi çocuklar gelin tüm düşlerimizi alıp buralardan çırılçıplak kaçalım.
haydi çocuklar yıkayalım ellerimizi ıraklı,şırnaklı,
bosnalı,afrikalı,viyetnamlı kanlarının günahından.
haydi çocuklar kandırmayın kendinizi gelmeyecek olan günlere dair.
haydi kaçalım burdan tüm çıplaklığımızla.haydi yüzündeki mavileri griye
çalmış çocuklar tamtamlar çalıyor bizi bekliyor sınırları olmayan ülke.
gözümden damlıyor tüm yalın ayaklı çocukların tüm kasıkları kanlı
kadınların sancıları,
kandırmayın kendinizi, bu çağ bu coğrafya bu medeniyet bizim değil.

hergece bir sancıya uyananlar size diyorum işte.
çalıyor kavalını gaz odasındaki kavalcı fare saydığımız bizlere.
çalıyor kavalını f'nin hücreleştirildiği bir delikte fare sayıldığımız bizlere.
kalsın bu cehennem,bu savaşlar imparatorlukları,bu çılgınlık,bu kan,bu in,
biz gidelim gidelimki şarkılar söylensin, bizi karşılasın tüm kibritçi kızlar.
o ülkeden yılkılar geliyor rüzgarları çarpıyor yüzüme titriyorum kavalın
sesi çarpıyor tenime ürküyorum.
gök yüzünden öte bir yerdeki ülkenin şarkısını söylüyor uyuyan güzel
gördüğü yüzyılık kabusunda.
kent meydanlarında yedi boyda yedi idam sehbaları kurulu, biz cüceler
şahitlik etmeyelim diye güzelliklere.
haydi cüceler sıramızı beklemeyelim gidelim bu tabular karmaşasından.
donkişot unutmuş kalkanın sesini
anne kaz kırbaç cezasında saçlarını tarıyor zamanın
şehrazat berder cinayetine hazırlanıyor bir bahar akşamında, çocuksu ve
şaşkın
haydi çocuklar sokaklara çıkın, kavallarınızı alın bu suskunluk,bu
korkaklık cinayettir
haydi çocuklar kendi masalımızı yazalım
haydi cüceler kendi ülkemize gidelim adımız yeniden konulsun rengimiz
yeniden boyansın
haydi çocuklar bu zincirler bu sınırlar bu yasaklar kırılmayı bekliyor
hadi çocuklar bu akşam şırnakta uyuyalım afrikada uyanalım
haydi çocuklar bu gün sadece insan olalım sokaklarda kaval çalalım tüm
derindekileri topluyalım değiştirelim değişmesinden umudu kestiklerimizi
ben biz olsun biz ülke olsun
tüm eller sadece sanata bulaşsın tüm gözlere okyanus dolsun
haydi çocuklar tarih erisin nehir olsun
haydi çocuklar yarın için yarında tutsak özgürlük için çıkarın kavallarınızı
çıkın sokaklara adı şiir olsun.
bu akşam bu sabah bu düşlerime yönelen tecavüz,
bu kış bu sonbahar bu beynime vurulan pranga.
haydi çiçek çocukları haydi 68 çocukları haydi kibele çocukları

kuşanın ellerinizi ellerinizki yaratan ve yok edecek olan
çıkaralım kurtlar ormanından kırmızı başlıkla irili ufaklı çocukluğumuzu.
ellerim üşüyor ısıt onu kaçışımızda
dilim lal çöz onu şarkımızla
kapa gözlerini,işte yayılıyor atmosferde o deli o çıplak kaval sesi.
yakmış ateşini prometehus bizden önce bize dair ölenlerin yanı başında
haydi çocuklar alalım kartalların gagasında atıp duran ciğerimizi
haydi çocuklar ben diyelim ben istemiyorum diyelim
haydi çocuklar biz diyelim biz istemiyoruz diyelim.
perdelerini açıyor bu ağır aksak tiyatro
haydi oyuncusu olalım haydi epik haydi absürd bişeyler diyelim
haydi godot olalım gidelim bekleyenlere koca bir ülke armağan edelim.
haydi çürümeyelim,haydi alışmayalım,haydi ortak olmayalım
haydi çocuklar sokaklara çıkalım kaval çalalım
haydi nerudanın kalemine mısra olalım nazım nazım akalım.
haydi gandih olalım adım adım değiştirelim
biz kaval çalalım parmak kız gülüverle dans etsin
umut kapalı kalmasın pandoranın kutusunda artık sen varsın artık siz
varsınız
haydi güneşin çocukları siz açlın ya değişsin ya yok olsun bu savaşlar
dünyası
haydi bu sefer sadece insani değerlerle doğaya dönelim
bağışlatalım kendimizi anamıza
haydi işte tam şimdi zamanı çık sokağa çal kavalı değişecektir
değişmekten umudunu kestiğin herşey
çünkü insan kaval çalar yaşam sadece onu izler
tüm umudunu yitirmemişlere  



ALİ ŞAHİN


UYSAL HİMMET: KÜFÜRBAZ



KÜFÜRBAZ 







-Manzara aynı, pencereler farklı-  

Uzun boylu, güçlü kuvvetli bir kız. Ve güzel. Duru bir su gibi bakar. Hayır, bakmaz, o sadece gözlerini açar ve bütün dünya gelip onun gözlerine dolar. Kumral saçları parlayarak omuzlarından aşağıya dökülür. Aşağıdan yukarıya bütün hatları yuvarlak, orantılı. Uzun bacaklar, mini eteği zorlayan kalçalar... Kalçalarından sonra inceliveren beli açıktadır. İpeksi bir ten görünmez sarı tüylerle oynaşarak dik, yuvarlak göğüslerine, oradan tek bir kırışıklığın olmadığı boynuna, çenesine, dudaklarının kenarından yanaklarına, iri çekik gözlerine uzanır, şakaklarını geçip gözlerini derinleştiren perçeminin altında kaybolur. Dudaklarını hafif araladığında bembeyaz ıslak dişleri görünür. Askılı ve mini giyer. Her Cumartesi gecesi bardadır. Oturmamacasına danseder. Birlikte gittiği erkek arkadaşlarının biriyle bile yatmamıştır. Yatamayacaklarını bilirler. Bunu bardaki diğer erkekler de bilir. Lezbiyen olduğundan falan değil, ilişkilerin lay lay lom tarafında olmadığından.

Eskişehirli bir imamın kızıdır. Kaç kez hatim indirmiştir. Allahına kadar inanır, içki içmez ve evine alkol namına bir şey sokmaz. Ama hiç umulmadık gece mekanlarını, gece alemini tanır. Hatta o alemde sözü geçer biridir. İlk iki karısını öfkesiyle yıldırıp evden kaçırtan ceberrut babasına postasını koymuş ve evini terkederek İstanbul’a gelmiştir. Niçin mi? Futbol aşkı için, futbol oynamak için. İstese ekmeğini taştan çıkarır ama arabası olduğu için buna gerek duymaz, arabadan çıkarır. Korsan taksicilik yapar. İsterseniz sizi Bakırköy’den taksim’e on ikiye götürür. TEM yolunda s çizerek trafiğe sağ-sol çeken güzel bir bayan sürücü görürseniz odur.

Yakın zamanda, evinde kalan bir martıdan takı yapmayı öğrenmiştir. Takıların her ayrıntısı onun aklından, gözlerinden ve ellerinden geçer. Siz onları alır, kendinize göre anlamlar yükleyerek bakarsınız. Takı yapmaya başlayalı beri pazarlara tezgah açmaya, bu yüzden de arabasını çoğunlukla kiraya vermeye başlamıştır. Korktuğu tek şey –karıncaları ve karafatmaları saymazsak- araba kullanırken bayılmaktır. Dünyanın tüm yükünü omuzlarına almış, herkesin derdini dert etmiştir. Gazete ilanıyla bulduğu ev arkadaşı Serda bile koskocaman, çalışan bir kız olmasına rağmen ona yüktür. Akşam neden geç kaldığı, evde yalnız kalırsa korkup korkmayacağı, parasız olma olasılığı, konuklarının evden doygun çıkıp çıkmadıkları, hastalıkları, sevgili sorunları, abi-kardeş kavgaları... hep ona derttir. Köpekle fare arası o evcil yaratığına saygılı davranılıp davranılmamasını bile dert eder. Böyle şeyleri belki herkes dert eder ama onun kadar değil. Öyle dert eder ki yaratığı sevmekte geciken Serda için salona ya sev ya terket sloganı bile asmıştır. Zaten on beş günde bir, ev bulması için on beş gün süre tanıyarak kovar.

Değerleri önünde pürüz gibi hissettiği herkese, her davranışa kızar, hepsi için kriz geçirebilir, migreni tutabilir ve bayılabilir. O yüzden buzdolabının yarısı ilaç doludur. Sakın ne ilacı bunlar gibi sorular sormayın, nedenini biraz sonra anlayacaksınız.

Laf atmaya, yan bakmaya dayanamaz. Kızmaktan gülmeye, gülmekten kızmaya kolayca geçer ve çok kızdığında parmakları demir bir sapın ışıldayan düğmesine basar. Demir saptan iki yanı keskin bir bıçak ileriye fırlar! Boşuna da fırlamaz, ayda ortalama üç adama girer. İstanbul’da onun tarafından bıçaklanmış onlarca adam dolaşmaktadır. Bu adamlara daha sonra ne olduğunu, hangi hastanelerde tedavi gördüklerini, ölüp ölmediklerini saf bir şaşkınlıkla merak eder. Geçenlerde, kırmızı ışıkta iki sıra yandaki arabadan kafasını çıkarıp sevişelim mi yavrum diye bağıran birinin önüne tüm trafiği keserek sapmış ve gel sevişelim, yalnız ben biraz ateşli sevişirim diyip adamda ilave üç delik açmıştır. Ya sustalıyı gören adamın bacı bacı diye yalvarmasına verdiği cevap! ... İstanbul sokaklarında, bıçağının yarasını taşıyanların üç beş katı kadar da küfürlerinin acısını taşıyan vardır. Çünkü her gün bir sürü adamın da anasını siker. Bu eylemi her beş cümleden birinin sonunda yapar. Bunları yaparken de yalnız kendini değil bütün kızları koruduğunu düşünür. Her eyleminin sonunda bi daha bir kıza laf atsınlar da göreyim der. Bu onun toplumsal bir görevi yerine getirmiş olmasının verdiği rahatlıkla oh çekişidir. Tam bir ilke kadını olarak her gün sekiz kiloluk dambılla çalışır. Pazuları benimkilerden iyidir.

Raporludur. Mecazi anlamda söylemiyorum, resmen raporludur. Dilediğini bıçaklayıp dilediğinin –en çok da ev arkadaşı Serda’nın- amına koyabileceği devlet tarafından tescillenmiştir. İşte bu küfürbaz kız yarım saatte bir, yoldayım geliyorum diyip bizi bekletmese, biz de ona kızıp nasılsa para buluruz diye evden çıkmasaydık şimdi ne burada, ne de bu durumda olurduk.

Bir parktayız ve kelimenin tam anlamıyla beş parasızız. Kürdistan’ın her şehri bir banka, bir ağaç altına, bir duvar üstüne yerleşmiş. Erkekler, örgü hırkalarını omuzlarına almış, ağarmış sakalları, bükülmüş belleriyle boşluğa bakar gibi bakıyorlar. Ağızları yarı açık. Başörtülü eşleri, koyu renk giysileriyle bulundukları köşeyi çiğdem çekirdek çitlemeye hazırlıyorlar. Kürdistan’ın ve evlerinin iklimini taşıyorlar her yere... İklimleri içlerine, İstanbulsa sırtlarına çökmüş. Kimbilir kendi yurtlarında nasıl civandılar ve her taşı nasıl ayrı seker, geçen her bulutla nasıl tanışırlardı... evlerine misafir olmak istemezdiniz. Hiçbir zaman o kadarına layık olamayacağınız misafirperverliklerinin altında ezilirdiniz. Oysa şimdi ne kadar salak ve silik görünüyorlar... çabucak parlamaları, kavgalara girmeleri bastırılan büyük isyanlarının küçük isyanlara bölünmesinden başka bir şey değil. Salıncakta sallanan, kaydıraktan kayan çocuklarını sakınarak izliyorlar. Bir yandan da cesaretlerini, becerilerini ölçüyorlar farkına varmadan. Delikanlılar ve kızlarsa arz talep eğrilerini kesiştirme peşinde.

Çaresiz o küfürbaz kızı aradık. Bekleyin. Bekliyoruz. Son yüz elli bin liramızı bir bakkalın kulağının arkasındaki bitmeye yüz tutmuş kaleme karşılık verdik. Bu parkta beklerken, dün ve bugünü ikimiz ayrı ayrı yazmak istedik. Sigaramız yok, en kötüsü de bu. Biraz önce çıktığımız kültür merkezinde, bir alman resmettiği Nazım şiirlerine bakarken, sigarasız kalabileceğimizden tedirgin olarak iki kişiye bir sigara hesabıyla son sigaralarımızı içmiştik. Şiirler resimlerin tam ortalarına yerleştirilmişti. Türkçe yazılmışlardı. Birinde, dar bir sokağa taş yerine şiir döşenmişti. Harfler ustaca kırılmış, sokağın iki yanında keskin kenarlı kaldırımlar oluşturulmuştu. Şiirde dar sokak, dar sokakta şiir... Kültür merkezinin üst katı kapalıydı, mühürlenmişti. Asıl garibimize giden de açık katta iki odanın mühürlenmiş olmasıydı. Bu odalardaki eski koltuklar izinsiz toplantı yapıldığının kesin kanıtlarıymış. Mührün ipini duvara tutturan incecik çivileri yokladım. Çok kolay çıkıyorlardı... gülümsedik. Devletle tanışıklıkları çok eskilere dayanıyordu. Devlet onları, onlar devleti çok iyi tanıyorlardı. Daha önce bir düğün salonuyken bulunmayan eksiklikler şimdi bir bir bulunuyordu. Kütüphane, müzik ve tiyatro atölyesi, stüdyo, süs niyetine asılan kırık sazlar... ama aklımızın bir yanı beş milyondaydı.

Küfürbaz’ın evinden buraya gelirken kendi evimizden minibüslük daha uzaklaşmıştık ve dönüş parası iki katına çıkmıştı. Birbirimizin gözüne bakıyorduk. Konuşmakta olduğumuz yöneticisinden borç isteyeceğimizi biliyorduk ve bu ağır geliyordu. Bu adamların hiç paraları olmaz zaten ama bir beş milyonları da olur diye ummuştuk. Yokmuş. Çayları ve suları varmış, içtik. Klişe bir propaganda konuşmasını yarıda kestik. Galiba biraz soğuttuk kendimizden. E benim dostum, her toprağa aynı gübre atılmaz ki, önce biraz tartsan karşındakini! Boş masalar... Bedeller ve çabalarla sonuçlar arasındaki korkunç farklar. Hep tenha mı burası? Ben de ne zaman gelsem tenha görüyorum ama pikniklerine dört beş bin kişi geliyor. Ciddi mi, şimdi bu boş masalar daha üzdü beni ama yine de bu çok iyi. Evet. Üstelik çok disiplinliler. İçki ve mangal yok. Herkesin mangallık gücü olmadığı için mangal yasak ama döner ekmek tezgahı kuruyorlar, herkese çok ucuza döner ekmek veriyorlar. Bazen kaçak içki içenler oluyor, onları uyarıyorlar, uymayanları da piknik alanından çıkarıyorlar. Sen gelmeden birkaç gün önce Hande’i de götürmüştüm. Oğlu tutsak bir anayla aynı sofraya düşmüştük. Tanırsın belki, Güzel Ana. Görsem tanırım belki ama hatırlayamadım. Ankara’ya falan gidiyorlar ya sık sık, Adalet Bakanlığı’na Başbakanlığa... o tür faaliyetleri finanse etmek için fanila tişört falan satıyorlar. O gün pikniğe katılanlardan birinin dükkanına gitmişler. Adam ihtiyacımız yok demiş. Ana giderken de dur dur demiş arkasından, almayacağız ama şu beş yüz bin lirayı alın. Ana çok kızmış tabii, biz sadaka toplamıyoruz demiş, eğer genç olsaydın gençliğine verirdim ama genç de değilsin. Bunu anlatırken ana nerdeyse ağlayacaktı. Hande’e baktım, gözleri ateş olmuş, put gibi dinliyordu. Ananın sözü bitince ayağa fırladı. Nerde teyze o adam dedi, amına korum ben onun. Adam ordaymış ama ana göstermedi.  

‘’ Yoldaş senin bir gülüşün
Bir dostunun yarasını saramıyorsa artık
Sen artık kendin değilsin’’ 

O küfürbaz kızı aradık yine. ille de söyleyiyormuşuz: hiç parası olmadığından ihtiyacımız olan parayı ev arkadaşından alıp gelecekmiş. işten dönmesini bekliyormuş.

Önümüzde oturan Kürdistan kalkıp gidecekmiş gibi doğruluyor. Doğrulurken yerden parlak tütün tabakasını aldığını farkediyorum. Dur amca, sen bize lazımsın! Gülümseyerek bakıyor, duruyor. Yanına vardığımda çimenlerin üzerine geri oturmuş oluyor. Yanına oturuyorum. Bu tabakada tütün var mı? Var. Nerenin? Diyarbakır. Ben de hep diyarbakır içerim. Anladı. Al sar, bir sigaralık bırak yalnız. Buradan beş altı sigara çıkar. Bu tabakanın sarma mekanizması yok mu! Kırdım, boşuna yer kaplıyordu. Ben elle sarmayı pek beceremem ama... Yüzüme bakıyor. Alışkın elleriyle sigara sarmaya başlıyor, nerelisin? Demek konuşmalarımla olasılık olan kürt olmamaklığım sigara sarmayı bilmemekliğimle kesinleşti. Egeliyim. İlk sigaraları sarıyoruz. Onunkiler sıkı birer dolma, benimkilerse beslenme yetersizliği çeken şiş göbekli birer çocuk. Altı sigaradan sonra tabakada bir sigaralık tütün kalıyor. Tam onun ve benim istediğimiz gibi. Cebinde siyah bir kalemin kapağı görünüyor. Sırtından bakınca kaleminin olmayacağını tahmin etmiştim, yanılmışım. Şu da biz de kalabilir mi, ödünç? Sizin olsun. Yok, bir şeyler yazmamız gerekiyor da, giderken veririz. Gülümsüyorum yalnızca. İnsanın bu kadar güzeline teşekkür edilmese de olur, çünkü verirken fazlasıyla mutlu olurlar. Teşekkür etmeden kalkıyorum. Bakışıyoruz ve o da gülümsüyor.  

‘’ gidersen hani sığınaklarım?
eksilir, zarar kalırım
yeni günün tenine dağılır yaralarım
sana yağmur diyorum! ’’ 

Geri dönüyorum. Mutluyuz, yeterince sigaramız ve yeterince kalemimiz var. Beklemek biraz daha kolay.

Şimdi sen, dün erken saatlerde evden çıkarken, çoktan doğmaması gereken yerden doğan güneş gökyüzünü boylamıştı ve biz de pikniğe geç kalmamak için aceleyle hazırlandık gibilerden uzuuuun bir cümleyle başlarsın di mi canım? İlk cümleyi gösteriyorum, sen öyle san canım! Kurgu diye bir şey varmış ve biz de bunu el yordamıyla öğreniyoruz. Dil çıkarıp ilk tümcelerimi gösteriyorum: Kürdistan buraya taşınmış. Her şehri bir banka, ağaç altına, duvar üstüne yerleşmiş. Naber güzelim, bozuldunuz mu? Eh bi şeyler öğrenmişsin! Yazmayı bıraktık, sarma sigaraların tadını çıkarıyoruz. Zaten yanımdaki martının bıdı bıdısından yazmak mümkün değil. Akşam belli saatten sonra belli kadınlar gelirmiş de, bu semtte başörtülü ev hanımları fuhuş yaparmış da, biraz sonra, hava kararmaya başlayınca kıyıda köşede pazarlıklar da başlarmış da falan filan... Ben şaşkın, gözlerim kocaman –hiç anlamam böyle işlerden, kadın gelip senle yatalım mı dese hastaneye mi diyecek kadar olmasa da ona yakın salak- nasıl yapıyorlar bu işi, pezevenkleri de oluyor mu? Oluyordur herhalde, bilmiyorum ki, daha önce hiç gelmedim, bana da abim anlatmıştı. Eee! Abin ilgileniyor mu bu tür işlerle? İlgilenir o, herkese mavi boncuk dağıtır, öyle bilinçlidir ki, mesajlarını ne yana kıvırtsa olur cinsinden verir. 

‘’Manuel, dağ rüzgarı,
yaşıtımdı, hep yirmi yaşında kaldı,
dünyanın defne dalı, Manuel! ..
Dağlardaki ateştedir gülüşün,
hala peşindeyiz o eski düşün...’’ 

Şu senin tütün tabakasını bıraktığın kadının evi uzak mı, hazır buralara gelmişken alsak? Yoo değil, on beş dakikada yürürüz. İyi o zaman, şu küfürbaz kızı beklerken gidip alalım. Olur canım alalım, ama dur bi o küfürbazı arayalım... Alo! ... Evet benim! ... Ne zaman geldin sen! ... Hande ne yapıyor? ... Ne? ... İyi tamam! Serda çıktı, Hande bizimle görüşmek istemiyormuş! Siktiret, canı isterse! Bizim sorunumuz değil, kendi bilir. Kalk, şu tabakayı alalım ben seni eve götürürüm! Nasıl, en az on beş kilometre ysl? Gözüme bak! Götürür müyüm? Evet, götürürsün! Kalk o zaman, sırtımda bile taşırım seni... Ağzımda büyüyen bir martı gagası....

Kadın tabakayı apartmanın altındaki bakkala bırakacaktı sözde, bırakmamış. Zil... pencerede bir kadın. Hiç istifini bozmadan ısrarla bakıyor ve ben ısrarla bakmıyorum, hatta kıçımı dönüyorum. İzle! iyice bak ne göreceksen! Kapı açılıyor, benim martı elinde tütün tabakasıyla dışarı çıkıyor. Kadın yine pencerede. Adım gibi biliyorum, o bir pencere baykuşu. Nefret ettim. Önyargıysa önyargı..ikmişim bilincini, sadece nefret etmek istiyorum ve de gerine gerine ediyorum. O kadar merak ediyorsan baykuş gibi bakacağına gelip elimi sık! Konuş! Sözümü boşver, bari sesimi duy ve ne bok olduğumu anla!

Arabalar vızır vızır, kaldırımlar dolu, vitrinler ışıltılı. Sanki herkes bize inat, göstere göstere para harcıyormuş gibi geliyor. Bir pastanenin yanından geçiyoruz. Vitrin nefis. Dört köşe bir pastanın üzerine kül kedisinin kabaktan arabası kondurulmuş. Kapıları, pencereleri, tekerlekleri, kabağın sapı, önünde kişneyen iki beyaz at... her şey masaldan fırlamış gibi. Yalnız kül kedisi ortalarda yok. Belki de akşama prensi ayarlayacağından emin ayakkabısının kaybedeceği tekini arıyordur. Ona aşık olan mahallenin salak, karayağız delikanlısı da avucunu yalayarak buralarda bir yerde bakınıyordur. Ne kadar nefis koktu değil mi? Evet ya, çok güzeldi. İmalatı içerde yapıyorlar herhalde. Bu pastalardan birine ayıracak sadece bir milyonum olsaydı çoktan küçük bir parçayı götürmüştük. Ama dört milyonum olsaydı almazdık. Niye? Onunla eve giderdik. Gülümseyen bir martı gagası. Ben sana o kadar güzelini yapacağım ki benden önce onu yemek isteyeceksin! Neydi senin yapacağın pastanın adı? Trimisu. Hani anlatmıştım fırına gerek olmadığını, karışımı buzluğa koyacaktım falan. Ha evet, anlatmıştın daha önce ama isim isim değil ki akılda kalsın! ... Biliyor musun, şu kokuları duyunca farkına vardım, bayağı acıkmışım ben. Eve gidince ne yaparız? Bi şey yapmaya gerek yok dolapta tavuk vardı. ama bunu Hande’e söyleme e mi? Niye? Yanında sakın tavuk deme, biz evde tavuk yerine hep çikın derdik. İyi de niye? Tavuk lafına tiki var, duydu mu pu diye tükürür, anana da düz gider. Gülüyorum. Artık bana sırık diyemeyecek! ...

Dit di di dit dit... DİT DİT! Pembe martının cep telefonu. Det iz it! Bu o! Hande! Sevgili küfürbazımız. Napıyoruz? Eve gidiyoruz? Nasıl? Yürüyoruz! Bekleyecekmişiz, gelecekmiş? Nerde? Geçen gün politik piknik için buluştuğumuz yerde! Beklemeliyiz. Sadece beş milyon için değil bugünkü davranışların bir açıklamasını da duymak için. Duymadan önce de iyice bir surat asıp kızmak ve bir iki de laf oturtmak için. O yerdeki iki araçlık girintiye mobilya mağazasından bir koltuk konmuş, kimse parketmesin! Parkediyorum. Cadde kenarına koltuk atıp oturmuş bir adamım! Napıyorsun ya ysl? Oturuyorum, giderken de canlı manken parası istiycem, sen de şöyle koltuğun başına otur da iki kişilik ücret isteyelim! Arkada bir adam, oturun tabii diyor, valla iyi reklam.! Ve bunları sadece baş sallayarak söylemeyi başarıyor ya da ben bunları baş sallamasından anlamayı başarıyorum... Beş yol kavşağındayız. Bu kız her yoldan çıkabilir. Algıda seçicilik! Reno ts-ler sivil otosu olurdu eskiden, şimdi her tofaş şahin Hande’in arabası oldu! Koltuk rahat, canlı mankenlik de iyi gidiyor ama beklemek sıkıcı... bir çay olsaydı...vakit ilerliyor. Hava karardı. Yine gelmezse yürüyerek gitmemiz bile zorlaşacak, şimdiden yoruldum.

‘’başkaları için de bir diyeceğin olsun,
tasada ve bunalımda,
ve seni mutlu edecek her şeyi,
söyle onlara da!
Bir şarkı olsun dudaklarında.’’ 

Dit di di dit dit... DİT DİT! Nerdesin? Polikliniğin karşısında! Polikliniğin yüz milyon tane karşısı var, nerde bu? İşte orda! Beyaz şahin. Yarım don, yüz güzeli manken bir çocuk silecekleri kaldırmış camları siliyor. Hande ona çık lan sil şu camları demiştir.

Sabahtan beri beklediğimiz, kaçtır geleceğim diyip de gelmeyen, üstüne bir de telefona arkadaşını çıkarıp bizimle görüşmek istemediğini söyleyen kızla görüşme senaryolarımı aceleyle gözden geçiriyorum. Manken çocuk hiç ilgilenmiyor bizimle. İlgilendiği yanımdaki martı aslında. Ama martı, bir manken yerine, benim gibi ilgilenilecek ne bulunduğu meçhul bi adamla ilgilenmeyi tercih ettiği için her anlamda kıçını dönmüş durumda. Ön yolcu kapısını açıp bakıyorum. Karşımda içten, alabildiğine masum bir bakış. Bir de gülümsüyor, otuz iki diş meydanda! Hadi atlayın! Nereye? Arabaya! Niye? Eve gitmeyecek misiniz? Evet! Penceresinden kafasını çıkarıp ön tarafa uzatıyor, manken çocuğa doğru. Yeter lan cam aşındı tamam. Götünü sallayıp durma da gir içeri! Kafasını tekrar içeri alıyor. Hala açıklama bekleyen gözlerime döndüğünde dudaklarına çoktan dünyanın en tatlı gülümsemesi konmuş oluyor. Gözleri berrak bir su gibi, sadece iyilik taşıyor. Bir tür çektirme şakası mıydı yaptıkları? Öyleymiş. Akşam okeyde yendikten sonra, çiğdemleri almaya gittikleri benzin istasyonuna kadar dalga geçerek eşlik etmişiz ya! Eee? İşte onun intikamını almış bizden!

Bizim sokağı polis kapatmış. Barikatın önünde iniyoruz arabadan. Hadi sırık iyi akşamlar diyor gülerek. Tüm zamanlarımın en kötü gülüşünü dudaklarıma yayıyorum:güle güle tavuk!

Öfkeli bir iğrenmeyle büzüşüyor dudakları: Puu!  

‘’Öfke çaresizliktir bilirim,
çaresizliğine ölürüm.
Sesinde açan bulutlara,
inan her şeyimi veririm! ’’ 
Lastiklerini öttürerek kalkıyor, Tarlabaşı’na doğru uçup gidiyor.  





UYSAL HİMMET 

İRFAN SARİ: ZÜHRE





ZÜHRE 






Anlatıcı, "Nasıl anlatayım?" diyor. Dudakları patinaj yapıyor, neredeyse nar kırmızısı olmuş dudağı pat diyecek ve kıpkırmızı kanayacak. Korktuğum oluyor çok geçmeden. Elini dudağına atıyor göz seviyesinde kanının rengi onu konuşturuyor. Anlatıyor ben dinliyorum dördüncü çayda mesele bakışıma oturuyor.  

Kışa girmenin negatif havası, bölgede cereyan eden töre cinayetleri, doğa afetleri hepsi tutam tutam hüznü getiriyor beraberinde. Bunlardan yüklenerek balonlaştık diye düşünüyorum.  

Balon fazlası hava "güüüüm!"  demektir.  

Biz olaylara duyarlı olmadıkça yarın bizim kapımızı çalacak olan bu nahoş hadiseler acıyı emzirecek bize. Başkasının yüreği nasıl yanar belki o zaman daha iyi anlayacağız. Ama o gün olmasın diliyorum yine de.

Zühre, tıpkı adı gibi parıldıyordu kocaman karanlıkları aydınlatırcasına.

Okumayı aklına koymuş, inanmış ve başarıyordu ilk basamakları çıkarken. Mutaassıp bir ailenin ilk çocuğuydu, beş yaman erkek kardeşi vardı. Okula gidenler tıpkı kendisi gibi başarılıydılar. Hem yanı sıra Kuran kursuna da gidiyorlardı. Zehir zekaları oyunda canavarlaşsa da o çocuklar birer ışık güllesi idiler. Zaman içinde Kuranı hatim eden Zühre çevresindekilere de zamanından artırıp öğretiyordu. İşte bu yıl sekizinci sınıfı bitirip liseye gitmenin hayalini kurarken kara zihinli beyinler aile meclisini toplatırlar:  

Karar: Zühre bundan böyle ev kızı olacak ve helali gelip kapıyı çalınca yuvasının dişi kuşu olacak.  

Hükmü gören; hacı baba, hacı amca, tüccar amca, diğer tüccar amca, lise son sınıfta okuyan amca, ve beş kez hacca gitmiş yatalak dede.  

Önceleri bu karara tepki verse de dudaklarının kırmızı hali onu akıllı olmaya itiyor. Bildiği evvelden onlara yardım ettiği konu komşu da kapıyı kapar yüzüne. Ancak kaybettiği her gün ona ulaşılmaz boşluklar getiriyordu ve bunun farkındaydı. Bu sefer arkadaşlarına ulaşıyor eve davet ediyor onlardan o gün gördüğü dersleri dinliyordu.  

İnanıyordu, ailesinin bu kararını aklıyla yenecekti.  

Fakat çok geçmeden bu geliş ve gidişlerden haberdar olan baba ve amcalar bir yasak daha getirirler. Evden dışarı çıkmayan Zühre arkadaşlarından da oluyordu.  

Baba bahanelerle anneyi uzak tutup ev işlerinden onu mahkum ediyordu. Hünerliydi de annesinden kaptığının beş fazlasını dökerdi sofraya…

"Baba ye! ... " 

Bu masum çocuğu karanlığa sürmek ve şehveti aklının elli adım önünde bir koca adayının koynuna sokabilme palanlarına bilmeden kendisi de destek sunuyordu.  

Çok geçmeden yaptığı çorbaların namı yatalak dedenin iştahını kabartır. Tencere tabak yollanır uzak adreslere.  

Yaşıtları mühendis, bilim adamı olmak inancındayken. O, giderek daraltılan küflenmiş çağ dışı bir zihniyetin pençesinde savaşıyordu…  

Tek başınaydı… Çocuktu.

Döktüğü her damla gözyaşı parıldayıp parıldayıp ev ahalisine yansısa da. Kapkara hayatlarından uyanmak istemeyen insanlara zerre kadar etki yapmıyordu.  

Bu kadar kız kendini astı, bu kadar kız vuruldu, kaybedildi.  

Kim dur diyor. Kimse…  Neden? ...bilinmez….  

Esasen iç dünyalarının kirliliği çocuklarında da olur kaygısı var bu insanlarda. Hem onlar evli bile olsalar sübyan yaş çocuklara bıyık altı yapabilir.  

Çünkü erkekler...  

Neyse… Zühre’nin inanmışlığı zafere ulaşsın diliyorum. O gideceği okulda başarıya imza atacak. Öğretmenlerinin gurur kaynağı olacak.  

Çocuk bize azmi öğretecek…





İRFAN SARİ

ADNAN DURMAZ: BABAMIN HEYBESİ



BABAMIN HEYBESİ





FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ


-Hiçbir zaman alınamayacak bir ödül konuşması-



“Ama o anladı. Ben de onun anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı.”
ORHAN PAMUK, Nobel Konuşmasından alıntı


“Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki hayatımızdan Batı’ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden çoğunu doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye’ye geri
getirmişti”
ORHAN PAMUK, Nobel Konuşmasından alıntı


Babamın bavulu, orda burada sürünen, tahtadan yapılmış, kaç defa kırılıp yeniden onarılmış, bazı yerlerine ince yağ tenekelerinden yamalar vurulmuş bir bavuldu. Bu yamalı bavul, benden daha çok yer gezmiş, insan tanımış olmalıdır. Salihlinin bağlarını, bağ evlerini, İzmir’in eski gurbetçi hanlarını iyi bilir babamın gurbet yoldaşı bavul. Gurbet hikâyeleri, acıklı türküler doldurmuştur içini daha askere gitmeden önce. Tabii ki dört yıl asker ocağında da, buradan oraya sıla taşımıştır.

İçine bir gurbetçi için en gerekli eşyalar konulmuştur hep. Öncelikle kayrak taşı, kemik saplı çakı, gön, sırım ve çuvaldız olması gerekiyordu. Her gurbetçi gibi, babam da gurbet yollarında sık sık yırtılan çarıklarını kendisini dikiyordu. Aklımın erdiği günden bu yana, yaşam yırtık bir çarıktan farksızdı zaten. Yırtıklarını diktikçe, başka bir yanından yırtılan; İlk kim giymişse, işte o büyük büyük dedemizden bu yana, yırtıldıkça acı veren, yama yama bir çarıktı yaşam.”Altı yok çarık gibi sürünüyorum”,denilirdi; ”nasılsın? ” diye soranlara, buralarda. Buralar Anadolu’nun acı bozkırlarıydı. Hititli yurtdaşlarımızla, benzeri kerpiç evlerde otururduk. Onlar da çarık giyer ve büyük olasılıkla, sarı anızlar gibi, oradan oraya, rüzgârın önünde savrulan yaşamlarında, tahta bavullarında, yamalık ve gön taşırlardı.

Ölüm yemek yemek kadar doğal, su içmek gibi kolaydı. Bazan devrilen bir kağnının altında kalarak, bazan kızamıktan, apandisitten, üşütmeden, yılan sokmasından; bazan da çocuk üstüne ölünürdü buralarda. Ölenler, acıklı bir türkünün, içimizde hışımlı bir yağmur bırakıp bitmesi gibi giderdi. Gurbet dünyaydı zaten. Ölüm kurtuluş olurdu, çile çekmekten başka bir şey olmayan zindan ömürlerden. Yılan çiyan, hastalık, el kapısı, kahır derken, bir diken tarlasında yürürcesine, ayakaltları kayış gibi nasır kesilir, dikenler batamaz olurdu. Gidenlerin arkasından,”yaşadığı sürece,çoluk çocuğunu geçindirmek için elinden geleni yaptı, tüm çileleri çekti” anlamında,”elini yılan deliğine, çıyan deliğine soktu” denilirdi. Buralarda yaşam, elini, yılan, çıyan deliğine sokmaktan farksızdı çünkü. Gülüşlerin bıçak keskini, yüzlerin taştan oyulmuşçasına sert, sabrın dağlardan kavi olan yeriydi dünyanın, bu acı bozkır. Babam bana ne az güldü. Babam bana gülmeden çok önce unutmuş olmalıydı gülmeyi. Babam bana sevgisini nasıl sundu. Bir savaş alanında doğup yaşayanların acı yazgısıydı bu. Gülmek de, sevmek de en saklı derinimizdeydi. Kim bilir belki de, bizim en değerli şeyimiz diye en sert yanlarımızın altında saklayarak koruyorduk onu. Belki de; ekmeği, suyu, azar azar kullanıp, yetirmeğe alışmış olanlar, sevgiyi de, bitiverir korkusuyla, idareli kullanmaya zorunlu hissediyorlardı kendilerini.

Babam nereden gelse, o eski püskü bavuluna, omzunda binyıllardır taşıdığı heybesine saldırırdık. Bir söz vardı “tarladan gelenin heybesine bakarlar”; demek oluyordu ki: baba tarladan bile gelse çocuklar onun kendilerine bir şey getireceğini umar. Babamın heybesi, bavulundan çok daha eskiydi; kim bilir, belki de bin yıllıktı. Bavulun bir yanı kırılınca, çarığını tamir ettiği gibi,onu da, ağzına aldığı, oradan buradan sökülmüş, eğri, paslı çivilerle, peri mıhlarıyla tamir ederdi. Önce onları bir taşın üzerinde doğrultur, sonra da bulduğu bir tahta parçasını, bir tenekeyi bavulunun kırık yerine uygun bir biçimde yama yapardı. Önceleri sormaya çekinirdim,sonraları, yeni bir bavul yapmak yerine neden bu eski bavulu tamir ede ede kullandığını sormak, her defasında aklımdan çıkıyordu.

Kim bilir hangi zamandan beri buraların iklimi hep çaresizlikti. Ne yapsak, ne etsek; daha insanca bir yaşama ulaşamıyordu bir türlü ellerimiz. Görünmez bir tırpan vardı ki, karanlıktan gelip biçiyordu gülüşlerin uzayan çıvgalarını. Evler birbirine dayanarak ayakta durabilen kerpiç evlerdi. Birlikte durmasalar, omuz omuza dayanmasalar, göçerlerdi sanki. Cephede yan yana durarak savunmaya geçmiş askerlere benziyorlardı. Binlerce yıl önce de, Hititli yurtdaşlarımız bitişik düzende, kerpiç evlerde oturuyorlardı buralarda. Uzun kışlarda, soba bilmeyen evlerde, ocağa atılan tezeklerle ısınılır, isli kandillerin körsem ışığında, eski zamanlara dair öyküler anlatılırdı. Dışardan zemherinin ölümcül uğultusu gelirken, o kadar huzurlu ve sıcak olurdu ki o sohbetlerin duldası. Babam nereye giderse bavuluna işte bu sıcaklığı doldurarak gitmiş olmalıydı. Bunca yoksulluğun ara yerinde anlatılan sıcacık öyküler, anılar, söylenen türküler insan olduğumuzun en büyük kanıtı gibiydi. Onlarsız yaşanamaz gibi geliyordu bana.

Sevmek öyle bir şeydi. Bir kuş diğer kuşu öperdi, bir yaprak diğerini, bir dal uzanırdı maviliğin içinden, gider ay dedenin tam alnına konardı; sevmek öyle bir şeydi heybelerin üzerine dokunmuş yaşam nakışlarında. Hiç okuryazarlığı olmayanların olağanüstü diliydi. Yalnızca yürekler okuyabilirdi. Babam her gidişinde omzunda heybesi, elinde eski tahta bavulu olurdu. Her gelişinde de onlarla dönerdi. Gidişi de, gelişi de sözle ifade edilmeyen bir sevgi sıcaklığı taşırdı.

Babam, öyküler şiirler yazdığımı anladığında, başına ayyıldızlı şapka giyinmiş, ham tıraş bir ortaokul öğrencisiydim. İlk defa karşılaştığı bir durumla yüz yüze gelmenin tedirgin karışıklığı içinde, bir an kaşlarını çatıp, “bunlar sittirici işi “ demişti.”Oku da bi şey ol, ormancı ol, posta memuru ol, öğretmen filan ol! ” Ondan sonra da sık sık azarlardı beni, yazdıklarımın derslerimle ilgili olmadığını, sadece kafamdan uydurduğum bir şeyler yazdığımı anladıkça. Bunları yapana ekmek veren olmazdı çünkü.

Babam hiç aciz davranmadı yaşamı boyunca. Dehşetli bir zemheride, dışarıda deli bir ayaz varken, samanlığın saçağından bir ağacı söküp, yardıktan sonra, ocağa vurup evi ısıttıdığını hiç unutmam. Hiç kimseye yalvarmadı, boyun bükmedi. Yalnızca bir kez, yüzünde, göçmüş evler gibi, korkunç bir yıkıklık gördüm. Üniversitede okurken bir süre tutuklu kaldığım cezaevinin görüş yerinde yüzünde gördüğüm ifadeyi hiç unutamam. Mahpus olmaktan daha beter koyan, yaralayan bir acıydı bu.

Babamın okuryazarlığı askerde başlıyordu. Zar zor, kendini kurtaracak kadar bir okuma yazma öğrenmişti askerde.”Ali okulundan çıktım “derlerdi okumayı yazmayı asker ocağında öğrenenler. Bu anlamda da edebiyatın e’sini bile bilmezdi. Hiçbir zaman onun benden aşağı mı yüksek mi, ileri mi geri mi olduğunu aklıma getirmedim. Bana, her insandan öğreneceğim, her insanda benim bilmediğim birçok bilginin saklı olduğunu öğretmişti hayat denilen okul. O lastik pabuçlarıyla yürüyen bir çınarı andıran adam, benim babamdı ve onunla gurur duyuyordum. Var oluşuma sebep olan bu insana kutsal, yıkılmaz bir saygı beslemekteydim. Namuslu olmayı, adam gibi adam olmayı, sınırsız vermeyi öğretti bana. Şimdi benim için babamla ilgili anımsadığım her şey, yorumlanması gereken bir bulutlar, kuşlar, turnalar, dağlar kitabıdır.

Benim yanımda hiç konuşmasa da, onun beni var ettiği iklimde; topraklarla, bulutlarla, yağmurlarla konuşmayı öğrendim. Bugün dizelerime can katan her sözcük bu iklimde büyüyüp ortaya çıkmış birer susuz çiçektir; kangallar, kevenler ve pürenler gibi.

Öğrenci kondularında, sabaha kadar sokak aralarından duyulan silah sesleri ve radyoda dinlediğimiz ölüm haberleri arasında, o aç bi ilaç günlerin karanlık, aşksız gecelerinde, ne yazabilirdi ki bir insan ak kâğıt üstüne. Dışardan silah sesleri gelirken, tencerede pişecek bulgur yokken, gözlerimi kendi derinlerime dikip dışımdaki dünyaya kör kalmam mümkün müydü. Üniversiteden sonra köydeki evimizin uykusuz gecelerinde, ucuz sigara dumanlarıyla dolu, sobasız odamda, babamın çaresizlikleri ve yan odadan gelen, yaşından önce yaşlanmış anamın dinmeyen horultuları arasında elime kağıt kalem alıp nihayet gözlerimi yüreğime çevirdiğim zaman acı ve öfkeden başka bir şey görmüyordum yazmak için.

Yazmak çaresizlerin savunmasından başkası değildi. Kafamın içinde yaratılmış hayal dünyalarından çok, bıçağını yüreğime saplayan gerçeği, yeniden üreterek yazmaya devam ettim. Ne şiirlerim, beğenilmek arzusu ile yazılmıştı, ne de ödül almak, taltif görmek gibi heveslerim olmuştu. Yazmak, içkanamalarmı sözcük sözcük dışa vurmaktı benim için. Köroğlu’ndan Dadaloğlu’na Pir Sultan’dan, binlerce ağıtın ozanı adı bilinmedik analara kadar, bizim kendimizi savunacak yalnızca sözümüz vardı.

Sabır, yazarın yol arkadaşıdır belki, bilmiyorum. Sabırla sözcük labirentleri kurmak değildi benim için yazmak. Babamın bavulunda taşıdığı ve gereçlerden birinin de, “ağulardan süzülmüş” sabır olduğunu çok sonradan anladım.

Bunca yoksulluk ve çağın gerisinde, sürüne sürüne, binyıllardır yaşayan Anadolu insanından daha iyi kim bilebilir sabrı. Sabır, sözcüklerden labirent kurarken çekilen sıkıntıdan çok daha derin ve başka bir şeydir buralarda. Yaşamın içinden gelmeyen ve kökünü halk toprağına salmayanlar için gereklidir o sabır. Benim yazma eylemimin içinde, coşku vardır, sabırla, yanmayla temellenmiş yüreğimden fışkıran neyse, odur benim yazacaklarım.

Hak bir gönül vermiş bana
Ha demeden hayran olur”

diyen ozan gibi söylemek benim meramım, aşkı yaşayanın, içinden sökün eden şu sözler gibi bir arılıkla

Dinleyin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer

gibi akarcasına söylemek derdindeyim. Yüreğim giderek acıların, ama ille de başkalarına ait acıların, yağmurların, hüzünlerin düzelttiği kayrak taşı bir oluğa sahip olmalıydı. Oradan sözcükler, olanca yalınlığıyla akmalıydı. Benim sözlemim söylemim bu toprakların ve yaşamların dili olmaktan başka bir istek taşıyamazdı.

Babamın yüzündeki çizgiler dünyanın öte ucunda benzeri acıları yaşayanlarla aynıydı. Babamın bana kütüphane olarak bırakacağı, yüzündeki çizgiler ve gözlerindeki ifadenin evrenselliğiydi. Bu “topraktan öğrenip kitapsız bilen “köylünün beni hiçbir zaman yeterli bulmayacağını biliyordum. Yeryüzünde bunca zulüm oldukça, ben de yazdıklarımı hiçbir zaman yeterli bulmayacaktım. Kendimi yeterli bulamamak duygusu, başkalarıyla bir kıyaslama sonucunda değil, babamdan kalan bir mirastır. Çünkü halk ormanını derinine ve boyuna tanıdıkça, zulmü ve aşkı tanıdıkça benim yetersizliğim bir kat daha açığa çıkıyordu. İnsanlık ormanının çınarları olarak, Yunus’u ve Karac’oğlan'ı tanıdıkça, Nazım’ı ve Ritsos’u tanıdıkça, Neruda ve İmr ül Kays’ı ve elbette ki, Homeros’u tanıdıkça yetersizliğimi bir kez daha görecek, kamçılanacaktım.

Yazmak benim için, başkalarının acısına ağlayabilmekti, başkalarının yarasından kanamaktı, yine de gülümseyebilmekti, baharda çiçek açabilmekti yeniden. Mevlana’nın kamış ney’ine benzerdi yazar, ama bir kavaldı, içinden geçen soluksa, halkının nefesiydi. Sesini dünyaya duyulabilirdi; kör sağır ve dilsiz dünyaya. Toprağın derinlerinden, sevginin, dostluğun en sağlıklı güzelliklerini çıkartıp, yeniden insanların önüne koyabilmekti yazarın görevi. Irak’ta direnmekti, Filistin’de taşlarla savaşmaktı yazmak benim için. Milyonlarca insan açken, bunun endişesini taşımaktı. Kara Afrika’dan, Irak’a kadar yüreğimde katliamlar ve bir o kadar da aşklar, umutlar taşımak kolay değildi.
Babamın boş bavulundan bana bunlar çıkmıştı işte.

Benim için “hakiki” edebiyatın başladığı yer, “kendini kitaplarla dolu bir odaya kapatan adam “değildir; aksine benim için “hakiki “edebiyat yaşamın her yerinde dolaşan bir göçebedir. Acı ve sevinçte, hüzün ve aşkta, işkencede ve savaşta, haklının ve insanlığın yanında saf tutan adamdır yazan kişi. Bunun için Lorca kurşuna dizildi, Bunun için Nazım sürgünlere gitti, Ritsos esir kamplarında yaşadı. Halkı ve dünya halklarının zulme karşı savaşında kaç şair ve yazar katledildi. Pir Sultan’dan Vapstarov’a, Lorca’ya kadar. İşte bu nedenle kitap dolu odalara kendini kapatanlarla, yaşamın tam ortasında yazanlar arasında derin bir uçurum vardır. Babalarının bavulları bile tahmin edilemeyecek kadar farklıdır. Tahmin edilemeyecek kadar farklı işlevleri vardır. Birinin bavulunu başka ülke ve kültürlere karşı kendinde duyduğu acz ve onlara karşı büyüyen öykünme ve özlem doldurur. Diğerininkini türkülere sığmayan sabır, sevda, özlem, umut ve acılar. Elbette ki bir bavula sığamaz.

Bana göre dünya halkları bütün dayatmalara, reklâm ajanslarına, kampanyalara, tanıtımlara rağmen, ancak kökü kendi toprağında olan yazar ve ozanları yüreğinin en üst makamlarına oturttu. Homeros ve Pir Sultan buna örnektir. Bana göre yazarlar zamanla kazanmaz başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyesi gibi bahsetme hünerini. Yazar veya ozan, ta başından kendini başkaları ve kendisi diye ayırmadığı oranda insanlığa mal olabilirler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu yetenek veya hüner, kendimizi kapattığımız kitap dolu odalarda yapılan bir keşif değil, ancak gözlerimiz kapalıyken bile bulacağımız yüreğimizin zaten bildiği bir yoldur.

1980 darbesine kadar olan zamanlarda, üniversite öğrenciliğim gerçek anlamda bir yoksulluk içinde geçti. Aramızda hiç parası gelmeyen arkadaşlarımızı da idare ediyorduk o yıllarda. Yemeği çoğu zaman bir öğün yiyorduk. Sobasız gecekondularda, polis baskınları korkusuyla geçen yıllar içinde, dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız paralarla kitaplar akıp okuyorduk. Bazı arkadaşlarımız kitap hırsızlığı konusunda olağanüstü bir yetenek kazanmışlardı. Ankara’nın Zafer Çarşısı’nda bize en gerekli kitapları çaktırmadan yürütüyorlardı. Her gün orada, küçük çay bahçesine en az bir kez gittiğimizden ve mutlaka kitapçılarda bir tur atıp kitaplara çaresiz iştahlarla baktığımızdan,kitapçılar bizi, biz de onları iyi tanıyorduk. Arkadaşlarımız bu nedenle, Zafer’den çalmamaya başladılar. Bir defasında, bir arkadaşımız kitap çalarken yakalanmış. Onu bir sandalyeye oturtmuşlar. Kitapçı,çalınan kitaba şöyle bir bakıp,”çalacaksan adam gibi bir kitap çal, kıytırık bir piyasa kitabı çalana hırsız derim ben” deyip, çevredeki tüm kitapçıları çağırtmış. Hepsi de bizimkinin suratına bakıp bakıp, gitmişler. Bizimki bir süre daha orada oturmuş. Bakmış ki artık kendisiyle ilgilenen kimse yok,”gidebilir miyim” demiş kızara bozara, kitapçıya.”Tabii” demiş kitapçı da,işinden ilgisizce başını kaldırarak ”ama bir daha iyi kitap çal”.Sabaha kadar karşılıklı okuyup yazarak birbirimizi eğittiğimiz o yıllarda hiç kitap çalmadım. Ama benim birkaç çuval kitabım olmuştu. Köyüme getirmiştim onları sonra.12 Eylül darbesinden sonra, bir gün ben evde yokken, o zamana kadar yazdıklarımı ve kitaplarımı babam tümden yakmış. Yaşamımda o kadar ağladığımı anımsamıyorum. Çok zaman sonra, önceden kalan birkaç deftere baktığımda, bu yakma işinin bende çok derin izler bırakması yanı sıra, susuz kalan tarla bitkilerinin patır patır döl atması gibi, daha bir hışımla yazdığımı da fark ettim.

Evimizde Kütüphane olmamıştı hiç. Onun yerinde, duvarlar boyu uzanan kilimler ve nakışları vardı. Bütün çocukluğum ve sonrası bu nakışların içinde büyüdüm. Her insan yaşam içinde farklı bir nakıştı belki de. Her nakışın bir anlamı vardı mutlaka ve o binlerce türküye sığmayan anlam, o nakışlara gizlenmişti. Ben hep onları okumaya çalışmıştım. Yazdığım sürece, sadece yazmadan edemeyeceğim için yazdım. Bir ağaçtım da meyve veriyordum işte, hepsi buydu. Yazmak adlı serüvenin içine doğan, alabildiğince bir keşfetme tutkusunda yol almaktadır. İnsan insan, yaşam yaşam dolaşmak, başkalarının yaşamını içselleştirerek onların kaldırdığı taşı geçerken omuzlayıp, sonra bir kenarda beraber cigara tüttürüp, hal bahis etmek. Tarihin en eski serüvencilerinin yolu bu olmalıydı, zamanlar ve mekânlar öteye, insandan insana süren bir yolculuk. Ama keşfetmek kadar da bir savunma silahı yazmak, söylemek; bu nedenle yazmadan edemez kimileri. Yaşamın anlamını kitap dolu odalarda sorgulamaktan ziyade, yaşamın anlamını yaşamın içinde aramak yaşamı anlamlı kılabilmek için verilen bir savaşa katılmaktır bana göre yazmak.



Hep beraber türkü söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı
Demiri hep beraber işleyip oya gibi
Hep beraber sürebilmek toprağı

diyen ozanın ülkesinde, kapalı kapılar arkasında mutluluğu sorgulamaya zamanı yoktur yazan kişinin. Bu nedenle, mutluluğu kafasının içinde sorgulamak bile yaşamın içinde olduğu sürece anlamlıdır. Anlık bir duygu olan mutluluk, mutsuzlukla birlikte netleştirir anlamını. Başkalarından kopuk mutluluklar bencilliğin ve mutsuzluğun ta kendisidir. Kafasının içinde mutluluk arayanlar, kafasının içinde mutsuzluğu taşıyanlar, kafasının içindeki gezegende yaşayanlardır, işte bu nedenle bu tür yazarlar bizim maceramızda, karşı kıyıda yer alırlar. Hani şu,”savaşın nedeninin ekonomik olduğunu insanlıktan saklamak için,”savaşı yok etmek için, insanların kafasındaki savaş düşüncesini yok etmek gerekir” diyen anlayışla aynı safta yer alırlar. Egemenlerin, sömürenlerin dünyasına akar suları.

Bana edebiyat diye, batının değerleri, batının güzellik anlayışı, erdem anlayışı, ruhu aşılanmaya çalışılmıştı hep yarım yamalak edebiyat derslerinde ve okuduğum kitaplarda. Ben batılı şiirlerde insanlık ırmağını besleyen kollar buldukça benimsedim. Batı, doğu diye ayırmadan sevdim halkının ırmaklarından beslenen ozanları, yazarları. Böylece onlara kendimi katıp, onları bana kattım. Değilse benim gerçeğim, binlerce yıldır süren bir acının devamından başkası değildi. Bu ulu çınarda bir dal olup insanlığın ortak dilinde aydınlıkla buluşmaktı meramım. Değilse kökleri bu topraklarda olan, kökleri, bu topraklardan öte, orta Asya Bozkırlarına uzanan ulusumun edebiyatı varken batıda uygarlık denilen şeyin olmadığını çok sonra öğrendim. Bunu öğrenmem onlara olan derin sevgimi, hiç azaltmadı. Kuşkusuz ki batının doğunun kuzeyin ve güneyin edebiyatı insanın hallerini yazmaktan başka bir şey değildi. Oralarda katledilen ozanların çizdiği yolla benim yolum aynıydı. İnsanlığın bir tek yüreği vardı, onun ortak dili, ortak türküsü; zulüm ona karşı, sevda ve barış ondandı. İnsanlık için daha güzel bir dünyanın özlemiyle tutuşan dizeler yazılıyordu dünyanın dört bir yanında ve onlar benim türkülerimdi.

Asya’dan buraya kervanlarında, türkülerini, ağıtlarını ve dokuma heybelerini getiren dedeleri gibi, Babam da heybesini her yere taşırdı, dedim. Tarlaya, pazara, gurbete ve cepheye hep heybesiyle gitmişti. O kadar eskiydi ki bu heybe, ne zamandır vardı bilinmesi imkânsızdı. Bizim acılarımız, özlemlerimiz, türkülerimiz kadar eski olmalıydı. Ve içinden hep sevgiye dair şeyler çıkardı, zar zor yaşamlarımızda.

Kim bilir hangi yaylaları dolaşan koyunların yününden dokunmuştu. O yaylalarda hangi çiçekler vardı. Hangi çobanın kaval sesleri kayalarda yankılanırdı. Hangi ağacın gölgesinde koyunun yünü kırkılmıştı. Hangi bitki köklerinden yapılan boyalarda renklenmişti, çiçek çiçek bu yünler. Hangi kınalı parmaklar, hangi yürek kıpırtılarını taşımışlardı nakış nakış onu dokurken. Her bakanın yüreğinde başka pınarlar çağlatan, başka fırtınalar kopartan türkülerin, öykülerin suretiydi heybenin nakışları. Ne gurbetlere acı, yokluk, sevda ve özlem taşımıştı heybelerinde kim bilir hangi insanlar. Bir ulusun destanından derin izler vardı üzerinde. İşte ben o izlerden yürümeyi öğrendim gaz lambasıyla aydınlanan köydeki kerpiç evimizde.

Giderek yazdıklarımın ortasına kurulan temel çelişki, aslında bin yıllardır insanlığın tarihine kurulan ezenle ezilenin, zalim ve mazlumun, iyi ile kötünün, sermaye ve emeğin çelişkisinden başkası değildi. Dünyanın öte ucundaki insanın acısı ve türküsü benim acım ve türkümdü bu nedenle.

Sonra babam öldü. Bir gün babalar ölüyormuş meğer. İnsan gibi yaşanmamış, ama adam gibi yaşanmış bir yaşamdan geçti gitti. Ayaklarındaki kara lastik ayakkabıları ile üzerinde kahverenginin ala çalan tonundaki eski giysileriyle kaldı aklımda. Bazan tırpan biçerken, bazan kazmayı toprağa vururken ve benzeri binlerce haliyle kaldı. Bu dünyada uçaklara binip pembeli aklı bulutlara dokunamadı; dantelâ köpüklü kıyılarından denizlerine girip yüzemedi, kaç kardeşini, emmisini cephelerinde bıraktığı güzelim ülkenin. Bir esir kampında gibi, çilelerin harman olduğu bir yaşam geçirdi. Bir dağ gibi devrildi gitti babam. Bir gün kendiliğinden söyleyivermişti,dededen kalma bu bavul Çanakkale’de düşen emmisinin künyesiyle birlikte gelmiş bir yadigardı aileye.Bu nedenle kutsal bir emanet gibi, yamaya yamaya taşımıştı onu. İçinden kanlı cephelerin, can pazarlarının ve gurbetlerin kokusu gelen tahta bavuluna kitaplarımı koyalı çok olmuştu. Ebesinin cehizi heybe de zaten asılı kaldı duvarda. Babam bavulunu hep kendi tamir ederdi; demiştim bunu. Ama bu eski heybeyi, hep anam tamir ederdi. Çünkü o nakışları dokuma inceliğini ve yeteneğini binyıllardır genlerinde taşıyan da anamdı. Bana bu heybeden, yani hiçbir zaman söze dökülmeden, hiç konuşulmadan tartışılmadan yaşanan aşktan, daha büyük bir miras olabilir miydi? Ödüllerin en büyüğü öyle bir ana babanın oğlu olmaktı.Yazmamın,söylememin en büyük gerekçesi,işte bu yadigarlardır.



ADNAN DURMAZ  
(12 Aralık 2006)