15 Mart 2007 Perşembe

EMEĞİN SANATINDAN 8. MERHABA



Merhaba Değerli Dostlar,


Atalar, “mart ayı dert ayı” derler. Bu sözdeki toplumsal hikmeti bir yana bıraksak da sosyalistler için mart ayı hem acıların, hem sevinçlerin ayıdır. 12 Mart faşist darbesi, 12 Mart Gazi mahallesi katliamı, 16 Mart Beyazıt katliamı, gene 16 Mart Halepçe katliamı ve 30 Mart Kızıldere.............  

Tüm bunlara karşın, gene acıların içinde süzülen ama umudun ve direnişin adı olan üç önemli gün de Mart ayı içinde doruklaşır. 8 Mart Uluslar arası Emekçi Kadınlar Günü 18 Mart Paris Komünü ve 21 Mart Newroz..... 21 Mart’ın yüklendiği bir önemli gün daha vardır. Afrikalıların kanları pahasına direnişleriyle kazanılan Güney Afrikadaki ırkçı aparthead  yasalarını parçalayan Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü.  Mart ayı,  sanatsal iki önemli günü de içinde barındırır: 21 Mart Dünya Şiir Günü, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü...         

 Her 21 Martta bir şaire bir bildiri yazdırılır. Gelin bu yılın bildirisini  biz yazalım. İçbükey, mızmız, pısırık şiire karşı yükselen bizim sesimiz olsun bu bildiri de: 

Şiir; insanoğlunun hiç durmayan iyiyi, güzeli, doğruyu arayışını gösterir. Bağlı olduğu dilin çiçeğini, ulusun özünü verir.            Dilimlenen yaşamın her renginden, her kokusundan, her düşünce ve duygusundan tat almalı, sınır tanımadan büyümelidir şiir. Octavia PAZ, “Şiirlerden bir hayat yaratmaktansa, hayatın kendisini şiire dönüştürmek daha iyi olmaz mı?” derken bu anlamda şiirin yaşamla ilişkisini ortaya koymaktadır. Bu açıdan şiirin olanaklarından da yararlanarak şiirin yaşamla ilişkisini ve iç içe oluşunu açalım:    

Şiir, bayrak olur sevgiye, dalgalanır âşıkların dudaklarında.

Şiir, al benekli bir uçurtmadır, kelebek gibi, fırfırlanır okuyanların yüreklerinde.

Şiir, fırtınalı gecelerde bir balıkçı barınağı; güneşli havalarda yüreklerde patlayan bir sevda sağanağı!

Şiir, bir yılkı atı, atlatıvermiş boranı, kışı; çiçeğe kesen ovalarda karşılıyor baharı.

Şiir, güneşte demlenmiş dostluk gibi;  sarp kayaları dönüştürür gül bahçesine.

Şiir, zamanı un ufak eder, erirken nice güzeller, güzellikler umursamaz yüzyılları.

Şiir, sazın tellerini yoklayan bir tezene; ustasının  elinde akar ezgilene ezgilene...

Şiir, sevdalı tellerde gezer, dil dil açar çiçeklenir;  öter sazın yüreğinde gül gül açar biçimlenir. dudaklardan su tadında yüreklere akıverir.

Şiir, yürek tezgâhında dokunmuş bir  kilim rengârenk, tepeden tırnağa ezgi ve âhenk...

Şiir, karanlıkları yaran yakut saplı bir bıçak, geceyi gündüz eden sevgi şimşeği; yanar döner, gül ışıklı bir havaî fişeği. 

Şiir, bir güvercin gibi konar sevenlerin yüreğine, bir şahan gibi iner zalimin tepesine!

Şiir, bir çağladır zemheride çiçeğe kesen, karların arasından baharı karşılayan  bir kardelen!

Gerçek şiir, gerçek dünyanın şiiridir, çünkü bu zafere ulaşabilmesi için uğrayacağı değişikliklerin öğeleri bu dünyanın içindedir. Gerçek şiir, iyiliğin şiiridir; yeryüzündeki bütün insanlarla birlikte bireyciliği, yenecek, gene bütün insanlarla birlikte karanlıkları ve toplumsal baskıyı yenecek olan şiirdir. Gerçek şiir, insanın iç gücünün, umudunun ışığıdır.

Karartmayacağız bu ışıkları. Bu ışıklardan  yarınların şafağını tutuşturacağız.



                                        Ali Ziya Çamur




BU SAYININ SAVSÖZÜ


Yalanın evrenselleştiği bir çağda doğru söylemek devrimci bir eylemdir. ORSON WELLES



YAŞAM VE SANATTA 
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ...


 CEZAEVİNDEN MİZAH DERGİSİ ÇIKTI..

Sincan F Tipi Cezaevi'nde kalan tutuklu ve hükümlüler 'Vızgelir' adlı mizah dergilerinin 91. sayısını çıkardı. Ülkedeki gelişmeleri, cezaevinde yaşadıkları zorlukları mizahi bir dille ele alan tutuklular, 'Bir devrimcinin yaşamı çiçekse mizah onun kokusudur' diyor. Tecrit koşullarında başarılması belki de en zor olan şeyi, mizah duygusunu yitirmemeyi başaran tutuklular, politik üslupla mizahı en iyi şekilde örtüştürüyorlar. Yazıları ve karikatürlerinde Hrant Dink cinayetini, tecrit koşullarını, ölüm oruçlarını, işkenceyi anlatırken bir yandan da Türkiye'deki adalet sistemini sorguluyorlar. 'Vızgelir' Aralık 2006'da tüm yazıları hazırlandığı halde, cezaevi yönetiminin sansür uygulamaları nedeniyle ancak 2007'de dışarıya çıkartılabilmiş, bu nedenle cezaevindeki sansür uygulamaları da yazı ve karikatürlerde önemli bir yer kaplamış,

                 
  

GAZİ KATLİAMININ ÜZERİNDEN 12 YIL GEÇTİ ...


12 Mart 1995’te yapılan Gazi Mahallesi katliamının 12. yıldönümü nedeni ile Gazi Mahallesi’nde yapılan anma etkinliğinde halk, bir kez daha katillerin ve arkasındaki güçlerin açığa çıkarılmasını istedi. Her 12 Mart’ta olduğu gibi bu yıl da aynı talebi haykıran yaklaşık 3 bin kişi taleplerini açtıkları pankartlara ve attıkları sloganlara da yansıttı. Gazi mahallesinde sabah erken saatlerde Alibeyköy Çırçır Mahallesindeki mezar ziyaretleri başladı. Alibeyköy’deki mezar ziyaretinde Gazi olaylarında yaşamını yitirenlerin mezarlarına karanfiller bırakıldı. Alibeyköy’deki anmadan sonra ailelerin Gazi’ye gelmesi ile buradaki anmada başladı. Eski karakol durağında katliamda hayatını kaybedenlerin yakınları adına açıklamada bulunan Ergin Engin, Gazi katliamından Susurluk devletinin sorumlu olduğunu söyledi

Açıklamanın ardından katliamda yaşamını yitiren 18 kişinin resimlerinin bulunduğu, “Gazi ve Ümraniye şehitlerini unutmadık, unutmayacağız” yazılı pankartın arkasında yürüyüşe geçen kitle sık sık, “Gazi’nin katili susurluk devleti”, “Gazi’nin hesabı sorulacak” şeklinde sloganlar attı.

Katliamda yaşamını yitirenlerin fotoğraflarını taşıyan aileler yürüyüşün en önünde yer alırken, Eski Karakol durağından Cem evine kadar yürüyen kalabalık, Cem evinde verilen lokmadan sonra Gazi mezarlığına doğru yürüyüşe geçti.

Yürüyüş boyunca olaylarda yaşamını yitirenlerin isimleri okunurken yürüyüş güzergahı üzerinde bulunan taranan kahvelerin camlarına ise karanfiller bırakıldı. Cemevinden mezarlığa yapılan yürüyüşte kitle örgütü temsilcileri, cem evi yöneticileri ve muhtarlar her hangi bir gerginliğin yaşanmaması için kitle ile polis karakolu arasında zincir oluşturdular.

Yaşamını yitirenlerin mezarları başında saygı duruşundan sonra yapılan açıklamada Gazi katliamının gerçek sorumlularının hâlâ yargılanmadığı vurgulandı. Anmanın sonunda Grup Yorum Gazi marşını okudu. 

              
VALİ BEY BUYURDU: MADIMAK HEP KEBABÇI KALSIN! 

Sivas Valisi Veysel Daymaz, 13 Mart 2007 tarihinde Milliyet Gazetesine yaptığı açıklamasında, “Madımak Oteli’nin müze olmasına karşıyım. Müze olursa birlik ve beraberliğimiz bozulur ” dedi. Şu anda alt katı kebap salonu olarak işleyen Madımak Oteli’ne dair yapılan bu açıklamaya Alevi-Bektaşi Federasyonu tepki göstererek, bu demecin katliamcıların aklanması, siyasi irade ve idare makamlarının katliamcı anlayışa taraf olması anlamına geldiği vurgulandı.

“35 insanın diri diri yakıldığı otel, kebap salonu yapılarak birlik ve beraberlik sağlanmaz” denilen açıklamada birlik ve beraberliğin yolunun, Madımak Oteli’nin dostluk ve barış müzesi olmasından geçtiği vurgulandı. Açıklamada katliamların unutularak değil onlarla yüzleşerek “birliğin ve beraberliğin” teşvik edileceği hatırlatıldı ve “tarihsel yüzleşme ile asıl amaç, karanlığın ve aydınlığın arasındaki farkın konulmasıdır” denildi.

              

SAĞLIKTA YIKIMA KARŞI  BEYAZ EYLEMLER SÜRÜYOR

Önce 11 Mart günü Türkiye’nin dört bir yanından gelen on bine yakın sağlık çalışanı ve sağlık hakkı savunucusu AKP’nin sağlıkta yıkım politikalarına karşı işlerine ve sağlık haklarına sahip çıktı. Türk Tabipleri Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası, Türk Dişhekimleri Birliği, bazı eczacı odaları ve Halkevleri’nin kitlesel bir şekilde katıldığı “Beyaz Miting”e Ankara muhalefetinden çeşitli siyasi parti ve yapılar da destek verdi.  

14 Mart Tıp Bayramı’nda  da Türkiye genelinde hekimler iş bırakTI.. Türk Tabipleri Birliği’nce) düzenlenen Beyaz Eylemler kapsamında YAPILAN  BEYAZ G(Ö)REV etkinliğine Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) ile DİSK’e bağlı Dev Sağlık-İş de destek verdi TTB tarafından yayımlanan “Hekimlerin 14 Mart 2007 Bildirgesi”nde dört buçuk yıldır uygulanan Sağlıkta Dönüşüm Programı'nın hekimlik değerlerinin tam aksine bir sağlık ve hekimlik ortamı yaratmaya çalıştığı ifade edildi. Hükümetin bu programa derhal son vermesi gerektiğinin altını çizen bildirgede hekimlerin talepleri de dile getirildi. 

                

UĞUR OLGAR'IN YENİ KİTABI "ÖTEKİ DÜŞKENAR" ÇIKTI...
                          
EMEĞİN SANATI Grubu katılımcılarından, ANDIZ dergisinin yayın yönetmeni şair Uğur Olgar'ın yeni kitabı "Öteki Düşkenar",  KülSanat Yayınlarının Şiir Dizisi içinde yayınlandı. 80 Sayfalık kitapta çoğu dergilerde yayımlanmış olan 60 adet şiir var. Genel yayın yönetmenliğini Bilal Kolbüken'in, tasarımını Franco Colte'nin yaptığı, Yaşar Çavdar'ın yayına hazırladığı "Öteki Düşkenar"ın önsözü Ahmet Günbaş, arka kapak yazısı Uluer Aydoğdu'ya ait. "Öteki Düşkenar'ın şiir evreninde yankısı eksilmesin! 

                  

 16 MAYIS BEYAZIT KATLİAMI UNUTULMADI...

16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nden öğle üzeri dersten çıkan Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencilerine bir grup faşist tarafından  polis destekli  bombalı ve silahlı bir saldırı yapıldı. Saldırıda 41 öğrenci yaralanırken, Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt öldü. 16 Mart katliamı, 12 Eylül faşizmine giden yolun önemli taşlarından biridir 

                                                  

HALEPÇE KATLİAMININ ÜZERİNDEN 19 YIL GEÇTİ!..


16 Mart 1988’de,   Halepçe'de beş binin üzerinde, her yaştan insan, ABD destekli Saddam yönetimi tarafından  kimyasal ve biyolojik silahlar kullanılarak  katledildi. 

1979 yılında İran'da Humeyni önderliğindeki hareket Amerikan yanlısı Şah rejimini sona erdirmişti. Bir yıl sonra Eylül 1980'de Irak, İran'a savaş açtı. İran'da yeni kurulan rejimi çıkarları açısından tehlikeli bulan ABD, Saddam yönetimini İran'a karşı savaşında destekledi. Bu destek, yalnızca politik destekle sınırlı değildi. Her tür silah desteği de sağlandı Irak'a. İran-Irak savaşının 8. yılında Irak ordusu ile Kürt silahlı grupları çatışmaya girmişlerdi. İşte böylesi bir süreçte,  Kürt  halkını yıldırmak için genç,çocuk, yaşlı, kadın demeden zehirli gaz bombaları atıldı Halepçe üzerine.... 20. yüzyılın en kitlesel katliamlarından birisi olarak tarihe yazıldı Halepçe..

               
 CEYHUN ATUF KANSU’YU 29. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ANIYORUZ...

Cumhuriyet sonrası Türk şiirinin “halkçı” dallarının en gürüdür Ceyhun Atuf Kansu.  Babası ve amcası, Cumhuriyet yönetiminin üst düzey yöneticileri olmasına karşın, Tıp Fakültesini bitirdikten sonra  çocuk hastalıkları dalında uzmanlaştı. Arkadaşları bol paralı hastane ve muayenehane peşine düşerken, o kendi isteğiyle Turhal Şeker Fabrikasına atandı. Burada Ankara’daki elit ortamın dışında gerçek Anadolu’yu, Anadolu insanını tanıdı... 17 Mart 1978’de Ankara’da aramızdan ayrıldı.  

 Olgunlaşmış bir şiirle kuşağının önde gelen temsilcileri arasında yerini aldı. Bu dönemdeki şiirlerinde toplumsal sorunlara ağırlık verdi. Halk dilinden, halk söyleyişlerinden geniş biçimde yararlanarak, halkın özlemlerini, sevinçlerini, acılarını ve yaşama savaşımını coşkulu bir söyleyişle dile getirdi. Şiirlerinin kaynağını hoşgörü, insanlık sevgisi, ulusal bağımsızlık ve doğa oluşturdu. Ama  1940 sosyalist gerçekçileri gibi atılgan değil, düzenle barışık  gerçekçiliği benimsedi. Buna karşın, İkinci Yeni’nin dil deformasyonlarını da benimsemedi.  Bir çağcıl türkü söyleminde yazdı. Cemal Süreya, bir yazısında, onun şiire bakışını şöyle dile getirir: “Hayatın zenginlikleriyle bugünkü anlayışı besleyebilecek bir insan sevgisiyle şiir yazar. Şiirleri hiç bir zaman didaktik olmamıştır;  söylev çekmez, insan manzaraları verir, halk albümüne fotoğraflar toplar, gerçeği tespit eden ufak ufak ve sayışız tutanaklar düzenler. Yine de son siralarda tarihle fazla ilgilenişi, fikrin önemini arttırmıştır mısralarında."

TUTUKLAMAYIN OZANLARI 

Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır ana dilini
Gökyüzünü yoksunlamak Türkçeden
Kırmaktır en taze dalı su yürürken 

Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır ana sözcüğünü
Dili büyüten güneşli kapı önlerinde
Konuşurken gelen geçenle 

Bir ozanı tutuklamak
Tutuklamaktır yaşamın pınarını
Bir ulusun yağmurlarını biriktiren
Ve akıtan zamanın dağ eteğinden 

Bir ozanı tutuklamak
Nisan başlangıcında bir daldan
Üreyen bir gül haberini
Dondurmaktır ve sürdürmektir zemheriyi

Ozanı tutuklayan toplum, tutuklar kendisini
Bir büyük hapishanedir artık orası
Devlet adamı da tutukludur orda bir bakıma
Muş ovasında ot biçen bir köylüyü de..        

CEYHUN ATUF KANSU

                 

'KANSU ŞİİR ÖDÜLÜ' CENGİZ BEKTAŞ'IN...

Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, “Dün Bugün” adlı kitabıyla Cengiz Bektaş’a verildi.

Cengiz Bektaş’a ödülü, 17 Mart Cumartesi günü saat 15.00’de Ankara’da Türk-İş Konferans Salonu’nda düzenlenecek bir törenle verilecek.  

Törende, şair Müslik Çelik “Ceyhun Mavisi” adlı bir şiir dinletisi gerçekleştirecek. Ardından Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel’in yöneteceği ve Adnan Binyazar, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş ve Emin Özdemir’in konuşmacı olarak katılacakları “Ceyhun Atuf Kansu Şiir Odağında Günümüz Türk Şiiri” başlıklı bir açık oturum yapılacak.

           
                                        
 PARİS KOMÜNÜ BUGÜNE IŞIK TUTUYOR...

        
18 Mart 1871’de  Paris’te ilk kez  proleterya, ezilenler, işsizler, yoksullar kendi iktidarlarını kurma şansı yakaladılar. Paris Komünü ayaklanması, işçilerin siyasal iktidarı ele geçirmek için yaptıkları ilk bilinçli girişimdir Ancak savaşta Fransız burjuvazisini hezimete .Bismark, Paris Komününe karşı  Almanyadaki Fransız tutsakları serbest bırakarak  Fransız işbirlikçi burjuvazisi için 63500 kişilik Versaille Ordusu oluşturularak Paris Komününün üzerine gönderildi. 1 Mayıs'tan itibaren Paris, Versailles ordusu tarafından sürekli olarak bombalandı. Versailles birlikleri, haftalarca direnen Paris'e 21 Mayıs günü girebildiler. Komün savaşçıları bir hafta boyunca mahalle mahalle, barikat barikat savaştılar. Versailles ordusu tam bir katliama girişti. 25 binden fazla Komüncü barikatlarda katledildi. 26 Mayıs'a gelindiğinde direniş son sınırına ulaşmıştı. Ordu Paris'in içine doğru ilerledikçe kitlesel kurşuna dizmeler artıyordu. Komünün son barikatı 28 Mayıs günü düştü. Bu katliamlardan sağ kurtulanlar da Komünün ardından kurulan askeri mahkemelerde yargılandılar ve çoğu kurşuna dizildi.  

Paris Komünü'nden geriye 30 bin ölü ve harabeye dönmüş bir kent bunlardan, fakat çok daha önemli olarak insanlık tarihine yazılan kızıl bir sayfa kaldı. Gökyüzünü fethe çıkan komüncüler, yeni bir toplumun, yeni bir dünyanın mümkün olduğunu göstermiş oldular. Marx'a göre “Komün'ün gerçek gizemini özsel olarak bir işçi hükümeti, üreticiler sınıfının mülk sahipleri sınıfına karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunu gerçekleştirmek olanağını sağlamak üzere en nihayet bulunan siyasal biçimdi.” 1871 baharında Paris sokaklarında yankılanan “Yaşasın Komün!” sesleri özgür bir geleceğin habercisiydi. Katledilen onbinlerce komüncünün özgürlük çığlığı  yeni bir toplumun şanlı öncüsü olan işçi sınıfı özgürlüğün tohumlarını toprağa ekmişti. 1871'te yenilmişlerdi, ama tohum toprağa ekilmişti bir kere ve yeşereceği günleri bekliyordu.

                             

20 MART SAAT 20.00’DE SAVAŞA DUR DE  !...

Sendika ve kitle örgütleri, halen ABD işgali altında olan Irak’a ilk bombanın atıldığı 20 Mart saat 20.00’de, ellerinde meşaleler, mumlar ve düdüklerle şehir merkezlerinde savaşı durdurmak için eylemde olacaklar.  Ankara ve İstanbul’da dün, 20 Mart’ta gerçekleştirilecek “Savaşa dur de” kampanyası hakkında basın açıklaması yapan kitle örgütleri, halkı eylemlere destek vermeye çağıran bildiriler dağıttı.

İstanbul’da DİSK, KESK, TMMOB, TTB, TDB, İstanbul Barosu, İstanbul Serbest Muhasebeciler ve Mali Müşavirler Odası, İstanbul Veteriner Hekimler Odası yönetici ve üyelerinden oluşan yaklaşık 100 kişinin katıldığı basın açıklamasında konuşan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, “Kelimelerle tarif edilemeyecek kadar barbar bir savaş sırasında, asker ve sivil çok sayıda insan hayatını kaybetti. Ortadoğu’nun tarihi ve kültürel değerleri yok oldu. Bugün ABD emperyalizmi ile hesaplaşmak gerekiyor. 9 emek ve meslek örgütü olarak, milyonlarca yurttaşımız ve farklı ülkelerden milyarlarca kardeşimiz gibi savaşa dur diyoruz. Irak’ta öldürülen 650 bin kişinin hesabını sormak için insanlık borcumuzu yerine getirelim, milyonlarca savaş karşıtını harekete geçirelim. Tüm dünya ile beraber, savaşa ve işgale hayır diyeceğiz. Savaşa dur diyeceğiz. İnanıyoruz ki biz bu savaşı durduracağız” şeklinde konuştu. Basın açıklamasının ardından kitle örgütü yöneticileri, İstiklal Caddesi’nde kampanyayı anlatan bildiri dağıtımı gerçekleştirdiler.

Ankara’da da aynı zamanda

Öte yandan Ankara’da da ABD’nin Irak’a ilk bombayı attığı 20 Mart saat 20.00’de, aralarında DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin de bulunduğu 9 örgüt temsilci ve üyeleri, emek örgütlerinin de katılımı ile “Savaşa dur” diyecek.

DİSK, KESK, TMMOB, TTB’nin aralarında bulunduğu 9 örgütün çağrısı ile dün Bakanlıklar Olgunlar Sokak’taki Madenci Anıtı önünde Irak’taki savaşa dur deme çağrısı yapıldı. “20 Mart’ta 20.00’de savaşa dur de. Irak’ta ilk bombanın atıldığı 20 Mart’ta, saat 20.00’de işgale ve savaşa dur de, bir ışık da sen yak” yazılı pankartın arkasında açıklama yapan DİSK Ankara Bölge Temsilcisi Tayfun Görgün, Türkiye’nin her yerinde okunan bildiriyi okuyarak “Bir utançtan kurtulmak, dört yıldır sağır kulakların duyup duymazlıktan geldiği konuyu konuşmak, kör vicdanların görüp görmezden geldiği acıyı göstermek, kendimizle hesaplaşmak, gelecekle buluşmak için geldik. Ayrıca kampanya  kapsamında, 'Savaşa Dur De' adlı internet sitesinde sanal bir miting de gerçekleştireceğiz. Emekçi maaşlarından, çocuk mamalarından çalınan paralarla savaş bütçeleri oluşturuluyor" dedi.  Görgün, savaşa karşı standlar açacaklarını, 16 Mart’ta ABD Büyükelçiliği önünde tepkilerini protestoya dönüştüreceklerini, 20 Mart saat 20.00’de de Kızılay’da Yüksel Caddesi’nden Sakarya Caddesi’ne meşalelerle yürüyüp savaşa “dur” diyeceklerini duyurdu. Açıklamanın ardından Ankaralılara, “savaşa dur demeleri” için çağrı yapan bildiriler dağıtıldı.

NOT: SANAL MİTİNG, http://www.savasadur.de/ sitesinde başladı.



21 MART DÜNYA ŞİİR GÜNÜ KUTLAMALARININ  BU YILKİ ADRESİ: İZMİR

Konak Belediyesi ve P.E.N Yazarlar Derneği tarafından gerçekleştirilen III. Uluslar arası İzmir Şiir Buluşması 15 Mart 2007'de başlıyor. Bu yılki konusu "Barış" olan şiir buluşması 18 Mart tarihine kadar devam edecek. Çalışmalarına Haziran 2006'da başlanan şiir buluşmasının kurul üyeleri Tayfun Yiğitoğlu, Halim Yazıcı, Dinçer Sezgin, Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş ve Bekir Yurdakul ile birlikte III. Uluslararası İzmir Şiir Buluşması'nın basına tanıtıldığı toplantıda konuşan Konak Belediye Başkanı Muzaffer Tunçağ bu yıl şiir buluşmasına katılan ülkelerin Filistin, Arnavutluk, Hollanda, İsrail, Sırbistan, İngiltere, İran, İsveç, Almanya ve İsviçre olduğunu söyledi.Tunçağ, "Bu yılın konusu 'barış'. Amerikalı emperyalistler Ortadoğu'yu kan gölüne çevirmiş durumdalar. Bizim ülkemizde Güneydoğu karışık. Ermeni meselesi ve Kıbrıs sorunları da öyle. Bunlar şiir buluşmamızı daha da önemli kılıyor. Bu yılki onur konuğumuz da 'barış' konusuna oldukça uygun bir insan olan Köy Enstitüleri'nden yetişmiş, ozan Mehmet Başaran. Ayrıca bu şiir buluşmasında barış için uğraş veren ve savaşa karşı tutum alan ozanlarımız da anılacak" diye konuştu. 

Kurul üyelerinden Dinçer Sezgin de bu şiir buluşmasının izleyicisinin artarak devam ettiğini ve bundan sora da öyle gitmesini umduklarını belirterek şöyle dedi:  “İnsanoğlunun dünyada ilk bulduğu sanat etkinliği nedir diye sorsalar, sanırım en doğru cevap 'şiir' olurdu. İzmir şiirin başkenti diye anılabilecek bir kent haline dönüşüyor. 600 kişilik olan salonlarımızda bu etkinlikleri, en tenha zamanlarda bile 250-300 kişi izliyor. Bu sene de öyle olacağına inanıyorum."" şeklinde konuştu. 

III. Uluslararası İzmir Şiir Buluşması 15 Mart 2007 Perşembe günü küçük bir konserle başlayacak ve Uluslararası PEN Yazarlar Derneği Türkiye Temsilcisi Vecdi Sayar ve Konak Belediye Başkanı Muzaffer Tunçağ'ın açılış konuşmasıyla devam edecek. Daha sonra ozan Cevat Çapan ile onur konuğu ozan Mehmet Başaran "Dünya Şiir Günü Bildirisini" okuyacaklar ve oyuncu Genco Erkal da, Nâzım Hikmet'in yazdığı "İnsanlarım" adlı oyunu sergileyecek.

                  
NEWROZ GELİYOR!


-Newroz ateşini Mersin yakacak-

Bu yıl yapılacak Newroz kutlamalarının programı belirlendi. 'Demokratik birlik için demokratik özerklik' sloganıyla 76 merkezde 17-25 Mart tarihleri arasında yapılacak Newroz kutlamalarına Mersin'de start verilecek. Hrant Dink'in eşi Rakel Dink, Diyarbakır'daki kutlamaya onur konuğu olarak davet edilecek. Newroz Tertip Komitesi Üyesi Hüsnü Ablay, yaptığı açıklamada, Kürt sorununun demokratik çözümü için ilan edilen ateşkese dikkat çekti ve Newroz kutlamalarının inkar ve imha siyasetiyle halklar arasında düşmanlığı geliştirenlere yanıt olacağını vurguladı. Ablay, 'Bu yılki kutlamalar kafatasçı milliyetçiliğe ve devam eden operasyonlara karşı en iyi cevap olacaktır' dedi. Türkiye'de son dönemde yapay demokratik tutumların geliştiğine işaret eden Ablay, bu tutuma karşı Türkiye'de demokratik özerklik anlayışı ile gerçek demokrasinin geliştirilmesinin önemine dikkat çekmek için Newroz'da 'Ya gerçek demokrasi ya hiç' sloganını güçlü bir şekilde haykıracaklarını vurguladı.

        

27 MART DÜNYA TİYATRO GÜNÜ HAZIRLIKLARI SÜRÜYOR..

     
Bu yıl, henüz 27 Mart Dünya Tiyatro günü  resmi bildirisi ortaya çıkmamışken Gölge-İnteraktif Tiyatro  Dergisi ve Tiyatro grubu çevresi 27 Mart karşı bildirisini  yayınladılar: 

27 Mart Tiyatrocular için bir bayram günü değildir. Pazartesiye denk gelirse tiyatrocuların tatil günüdür, tiyatro kapalıdır. Tiyatroyu unutmuş kalabalığa onu hatırlatmak, bildirilerle tiyatronun altını çizmek için düşünülmüş bir gündür. Her yıl evrensel bir bildiri ve ulusal bildiriler  yayınlanır. Evrensel bildiri tiyatronun erdemini, değerini ve olmazsa olamazlığını dile getirir.  Ulusal bildiriler de evrenselden geri kalmamak derdiyle ülke tiyatrosunun sorunlarına pek değinmez. 

27 Mart 2007'de Türkiye Tiyatrosu'nun bildirisi farklı olmak zorundadır. Tiyatromuzun başına örülen çorabın farkında mısınız? 

Geçtiğimiz tiyatro mevsimi sonunda, Devlet Tiyatrosu Genel Müdürü Lemi Bilgin'in görevden alınmasının ardından özel tiyatrolara yapılan yardımın ortadan kaldırılması, İstanbul Şehir Tiyatroları'nın bilet fiyatlarının 1 lira, 50 kuruş gibi fiyatlara indirilmesi, özel tiyatroların turnelerde sembolik bir kira ödeyerek oynadığı devlete ait salonların kiralarının fahiş fiyatlara çıkarılması, yasaklanan oyunlar birbirini izleyen halkalar. Devlet Tiyatrosu ve Şehir Tiyatrolarında yaşananlarsa,  akıl alır bir aymazlıktır. Sistem bu kurumları gözden çıkarmıştır. Yeni yasalar hazırlatarak sözcüklerimizi ezip, yok etmeyi hesaplıyorlar.   

Bunlara başka halkalar da eklendiğinde, özel tiyatrolar bir bir kapanacak, kurum tiyatroları  çökertilecek ve son halka ilk halkayla birleşince, birileri tespih çekecek. 

Amaç açıktır; ya siyasi iktidarın yani emperyalizmin dümen suyunda tiyatro yapılacak ya da gereği yapılacak.Yağma yok! Tiyatro başı dik ve onurlu yoluna devam edecektir. Tiyatroda neyin nasıl yapılacağına tiyatrocular karar verir. 

Bu gün 27 Mart 2007 Dünya Tiyatro günü. Dünya ve ülkemiz üzerinde oynanan kirli oyunların farkındayız. Bizler, perdelerimizi her zamankinden daha çok bağımsızlık için, eşitlik için, özgürlük için açacağız.  Seslerimiz uçuşup gitse de, sözcüklerimiz bilenip kalacak yeryüzünde. Sahnelerimiz barışın ve kardeşliğin çiçek bahçesi olacak.  

Ülkemizde, tiyatroya savaş açmış bir anlayış iktidardadır. Savaş karşılıklıdır. Türkiye tiyatrocuları direnecektir. Yalnız olmadığımızı biliyoruz. İzleyiciler, halkaları birleştirip tespih etme telaşını fark ettiğinde direnişe katılacaktır. 

Yaşasın Direnen Türkiye Tiyatrosu!   GÖLGE İNTERAKTİF TİYATRO DERGİSİ ÇEVRESİ

                         

 30 MART 72  KIZILDERE /  ONLAR, ONBİNLERİN ARASINDA YAŞIYOR


    
35 yıl önce 30 Mart 1972 yılında Kızıldere'de Türkiye devriminin önderlerinden ON devrimci elde silah çarpışarak, ayni siperde şehit düştüler. Bu tarihi günde Kızıldere direnişini selamlamak Kızıldere 'de şehit düsen devrimci önderlerimizi anmak ve anlamak büyük önem taşımaktadır.  

Kızıldere direnişinin önemli yanlarından biri de ilk sol grupları arasındaki eylem birliğidir. .  Denizlerin idamını önlemek için THKO  ile  eylem birliği yaparak  Sinoptaki Nato üssünden İ ngiliz askerleri kaçırılır. Ama  sıklaşan  operasyonlar sonucunda Kızıldere’de kuşatılırlar. Tank, tüfek, top ve  bombalarla bulundukları ev taranır. Onlar, direnerek ölürler.

Anıları  cesaretimiz olacak. 




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


1 Mart 2007 Perşembe

EMEĞİN SANATI'NDAN 7. MERHABA







Merhaba Emek Dostları, 

7. Sayımızla gene karşınızdayız. Dergimiz sizlerin katkısıyla giderek gelişiyor, okur sayısı  çoğalıyor. Bu durum  bizi,  daha titiz ve özenli  bir dergi sunma  çabasına yöneltmektedir.  Şubat ayı içinde dergimiz okur sayısını beş misline katlamıştır. Daha önce günlük 5-6   geçmeyen konuk sayısı, şubat atılımıyla birlikte  günlük 20-60 arasında değişen bir sayıya ulaşmıştır.  Bu sonuç, dünle karşılaştırılınca sevindirici, yarınlar açısından yeterli değildir elbet.... Konukların yanında e-postamıza ürünler de gelmeye başladı. Her sayımızda bir tane bu ürünlere yer vermeye çalışacağız.  

6. Sayımızda  Babür Pınar arkadaşımızın “Sosyalist Gerçekçilik” başlıklı yazısı altındaki “yorum bölümünde  tartışmalar da gelişti.. Kimileri beğenirken, kimileri gereksiz, kimileri de anlamsız bulmuştu.   Elbet herkesin sanata farklı perspektiflerden bakması doğal.   Ama bizim sanatsal tavrımız da belli. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir. Sanatın çıkış noktası, “güzel”in kaynağı eylemdir. Bir sanat yapıtını başarılı kılan da yapımındaki emektir. Her sanat verimi, bir taşın üzerine yeni bir taş koyma edimine tanıklık eder.  İşte bizim sanat anlayışımızda, bu emeği öne çıkarmak, emeksiz üretilen mızmız, içbükey sanat yapıtları arasından sıyrılıp sesimizi yükseltmek önem taşımaktadır.    Sosyalist gerçekçi sanatın basit, insana seslenmenin kolay olduğunu, sanatın düzeyini düşürdüğünü ileri sürenler görmediği, ya da görmek istemediği nokta şudur: Sanatından ödün vermeksizin, ilkelliğe, şematikliğe ve popülistliğe kapılmaksızın, devrimci bir tutumla emek için, insan için yazmak , yazarken de yazdıklarının kitlelerin nabzında atabilmesi hiç de kolay değildir.  

Sosyalist gerçekçilerin güncelde kaldığını bu nedenle yarına kalamayacaklarını söylemeye dili varanların Nâzım Hikmet’i görmezden  gelmelerine ne demeli.  Elbette güncel gerçekçiliğin önünde sığlık ve geçicilik gibi önemli tuzaklar vardır.   Asım Bezirci, bu tuzaklara düşmemenin yolunu  gösteriyor: “Süreklilik ve derinliğe varmak isteyen sanatçı, çelişkiler düzenini göz önünde tutmak zorundadır. Bunun için, ele aldığı gerçekliği belirleyen özgül çelişkiyi bulmalı, onun adı geçen temel, yan ve dış çelişkilerle ilintilerini araştırmalıdır. Özgül çelişkiyi oluşturan karşıtlardan değiştirici ve tutucu olanları ayırt etmelidir. Gerçekliği, değiştirici karşıta göre sergilemelidir. Çünkü değiştirici karşıt, geleceğin tohumudur.  Bunu başarabilmek için de, sanatçı, olayların izleyicisi değil, olayların önünde gitmesi,  yolun ilerisini aydınlatması gerekir." 

Biz yeniden sosyalist gerçekçiler için geçerli olan, sanatı donduran ölçütler değil,  canlı bir sanatın canlı bir estetiğidir.  Burjuva  sanatçılarından ayrılan bir diğer önemli yanımızda parçalayıcı değil,  çözümleyici oluşumuzdur. Bizim sanat anlayışımız, dayatmacı değil, tam tersine zorlamacılığa ve tekelciliğe olmaktır. Kısacası yeniden sosyalist gerçekçilik, toplum ve doğa içindeki insan gerçekliğinin imgesel bir yolla ve estetik bir biçimle dile getirilmesidir. Bu dile getirmede, daha doğrusu temsil etmede temel öğe insandır.


         BU SAYININ SAVSÖZÜ

Turuncu kapitalizm sürüyor. Son evreye giriyoruz. 2007 yılında yeni bienal yapılacak. Şu ana kadar piyasada biriken okullarını bitirmiş 20.000 civarında genç sanatçı bu ve diğer bienalleri bekliyor. 2009 yılında bir bienal daha yapılacak, 2010 yılında ise İstanbul dünya kültür başkenti. 460.000.000 Euro şu anda hazır, projeleri bekliyor. Bekleyen bekleyene. Daha çok beklerler. Bu Euroları almak için 'sivil sermaye örgütleri' çoktan sıraya girmiş durumda. Bienali, müzeleri kuran örgütlerin aynıları düzenliyor. Amaç fonlardan kültüre giden paraları tekrar içeriye düşürmek, üyeleri veya müritleri sanatçılar olan bir sektör yaratıp kapitalin parçası yapmak, geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen reklam şirketlerinin satışı gibi sanat galerileri yabancı ortak alacak ya da satılacak. Küçük galeriler kapanacak.kurala göre olması gereken olacak, güncelleşmiş sanat fuarı denemesi yapıldı bile. Ekonomik sıkıntı içinde olan galeriler (çoğu) her türlü öneriyi olumlu değerlendirme eğiliminde olacaklar, ya da amatörce ve kaliteyi düşürerek ayakta kalma yollarını arayacaklar, sanatın gelişmesi için hiç de iyi bir yol değil. Mevcut koleksiyoncuların ellerindeki sanat eserlerinin fiyatları düşecek, mezatlarda her türlü anlaşma yapılacak tefeciler, borsacılar, antikacılar, sahteciler devreye girecek, mafya ortada dönen bu büyük pasta ile ilgilenecek, sanat eserinin satışı çekle-senetle olacak, çekler ödenmeyecek, hacizler yapılacak, aç kalan ressamların resimleri 50-100 dolara düşecek, sanatçı ile alıcının buluşmaması için karteller kurulacak, Galeri Baraz gibi Mustafa Taviloğlu gibi büyük koleksiyoncu ve galeriler müze projelerini erteleyecekler, Akmerkez’de sergiler, Nişantaşı’nda vitrinlerde resimler sergilenecek, bunlara karşı gibi duran ama aslında çanak tutan sanatçı grupları oluşacak, yeterli içeriğe sahip olmadığı için, sosyal duruş bile gösterse varoşu tariften öteye gidemeyen gün geçtikçe züppeleşen sanatçılar çoğalacak, akademiklerin çoğu içe kapanacak, hocaların gizli ilişkileri ortaya çıkacak (masonluk vs), heykelciler soyuta yönelecek, heykellerin üretim süreleri kısalacak, 15-20 günlük hızlı heykel üretme festivalleri yapılacak, bu dev mermer anıtlar özellikle yeni gelişen kentlerin sağına soluna konulacak, polyesterin olanakları nedeniyle bir dönem sonra heykel adı altında dev patlıcanlar, biberler, domatesler, piliçler, horozlar vs. kent meydanlarını dolduracak, Las Vegas gibi..  

Bu olanlara 'TURUNCU DEVRİM' denir. 2010'a endekslidir. Ekonomideki gerileme ile ters çalışır. Süreç tamamlandığı zaman, ülkenin sanatçıları, akılları karışmış, artisan yetenekleri körelmiş, çoğu sanal malzemeye yönelmiş, baştan aşağı emek olan sanatı, artistik bir dokunuş olarak tarif eden, boyayı tanımıyan, pop ve çizgi romandan beslenen, sanatçının soruları ilk soran kişi olması gerektiğini bilmeden yaşıyan, şehirlerin içinde koşuşturan kişilere dönüşürler. Trafikte bir aşağı bir yukarı gitmeye çalışırken, sanat düşünmek, beste yapmak, atölyeye gidildiği zaman, bir an önce esrimeye çalışmak, içmek, çok içmek. Bu arada işini ayarlayan, lüks araçlar satın alıp şöförler tutarlar, Şişli’de bir apartıman, indirimli toplu alışverişler, ev, araba takasları.önemli olan bazı konulara hiç dokunmamaktır. Osmanlı’dan iyi iş çıkar, çok sayıda sanatçı bu karmaşık mirası derinlemesine incelemeden, adeta bir montaj yaparak iyi para kazanır. Her zaman işe yarar. Kaliteli sanatçılar işin kaymağını götürürler, aforoz edilmekten alegori yaparak kurtulurlar.'mış' gibi.   YAVUZ TANYELİ


YAŞAM VE SANATTA 
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ



DİYARBAKIR ÖYKÜ GÜNLERİNDE  ÖYKÜNÜN YANISIRA 
KÜRT ÖYKÜCÜLÜĞÜ TARTIŞILDI...


13 Şubat günü başlayan öykü günlerinin açılış konuşmasını yapan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Sosyal Projelerden Sorumlu Başkan Danışmanı Muharrem Erbey, Mezopotamya’da sözlü edebiyat geleneğinin güçlü Kürt yorumcuları Çîrokbêj ve Dengbêjler sayesinde öykü anlatma geleneğiyle bugüne kadar geldiğini belirtti. “Öykü, kısa anlatımıyla demokrattır” diyen Erbey, öykü gününün genç, yaşlı tüm yazarların öykülere yerel, bölgesel, uluslararası düzeylerde değer vermeyi hedeflediğini kaydetti.  Adnan Binyazar, yaşadığı en büyük mutluluğun Diyarbakır’da yaşamak olduğunu söyleyerek, kendi çocukluğunda yaşadığı bazı anıları katılımcılarla paylaştı. Öykünün duyumsanan acıya ulaşıp dil oluşturmak olduğunu belirten Binyazar, “Yazarlık seviyesiz espiri yapmak değildir. Türkiye bunların işgali altındadır. Güzelliği çürüttünüz mü yeryüzünde yaşanacak yer kalmaz. Anekdot anlatmak edebiyat değildir. Edebiyat sonsuzdur” diye konuştu.

Diyarbakır’da okuma oranının düşük olduğuna işaret eden Binyazar, “Okumayan toplum fikir de üretemez. Herkes toplumun başındakiler gibi bilgili olmalıdır” diye belirtti. Etkinlik, Yazar Fırat Cewherî’nin yaptığı Kürtçe konuşmanın ardından, Yazar Edip Polat ve Dilawer Zeraq’ın katılımıyla ‘1990 Sonrası Kürt Öykücülüğü’ konulu panelle devam etti.   

Panelde, Yazar Yavuz Ekinci, Şair-Yazar Vecdi Erbay, Mehmet Çetin ile Adnan Binyazar sunumda bulundu. Panelde sunumda bulunan Yazar Yavuz Ekinci, mekanın edebiyat nehrinin zorunlu yatağı olduğunu belirterek, “Bu yatak nehrin kendisine de şekil verir. Dolayısıyla kahramanın üzerinde etkileri yadsınamaz” dedi.  Şair, yazar Vecdi Erbay da öykülerinde isim ve yer adı vermek istemediğini buna rağmen insan öykünün nerede geçtiğini kendisinin hissetmesini arzuladığını söyledi. İsimlerin bir mekana işaret edebileceği gerekçesiyle kullanmadığını anlatan Erbay, Yılan hikayesinde mekanın yılanın çocukta yarattığı korku ve dehşet olduğunu, Kar hikayesinde ise kafası kopan sığırcığın açık ağzına düşen kar taneciği olduğunu söyledi.  Şair Yazar Mehmet Çetin ise, yaşlıların her soruya veya soruna bir meselle cevap verdiğine dikkat çekerek, öyküde mekan ilişkisinin nasıl yapıldığını bilmediğini belirtti. “Galiba bize mekansızlığı reva gördüler” diyen Çetin, bunun kaçınılmaz olarak edebi metinlere de yansıdığını söyledi. Katılımcılardan Adnan Binyazar da dünya edebiyatının giderek bir türsüzlüğe gittiğine işaret ederek sanatın subjektif olduğunu belirtti. Binyazar, yazarın biçimle sınırlandırılmaması gerektiğini söyledi. 

 Panelde geleneksel-modern Kürt öykücülüğünde kullanılan dil, yine modernizm, postmodernizm ve sürrealizm gibi kavram ve akımların etkileri tartışıldı. Bunun yanında Kürt öykücülüğünde kullanılan dil, kent ile ilişkisi ve edebi niteliği de izleyicilerin soru ve katkılarıyla etraflıca konuşuldu.

                     

 14 ŞUBAT DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ ÇEŞİTLİ ETKİNLİKLERLE KUTLANDI 

Sait Faik’in  “Bir insanı sevmekle başlar her şey” sözlerinden yola çıkarak ilk kez 2002 yılında Edebiyatçılar Derneği tarafından başlatılan 14 Şubat Dünya Öykü Günü kutlamaları, 2003 yılında Uluslararası PEN Kongresi’nde kabul edildi ve dünyaya yayıldı.  Bu yıl Dünya Öykü Günü kutlaması, NotosÖykü dergisi ve Fransız Kültür Merkezi ile ortaklaşa yapıldı. Kutlamada usta öykücü Nezihe Meriç’in kaleme aldığı 2007 Dünya Öykü Günü Bildirisi okundu. Meriç bildiride, “ Hepimiz, bakar, görür, düşünür, konuşur, dinleriz. Sonra, yaşamın bir ucundan tutar başlarız öyküler üretmeye. Öykü yaşamdır. Öykü bir iksirdir. Onsuz olunmaz” dedi. Gecede Tahsin Yücel’in “Sabahattin Ali’nin 100. Yılı” ve Ahmet Soysal’ın “Maurice Blanchot’nun 100. Yılı” başlıklı konuşmalarının ardından geçen yıl kaybettiğimiz yazar ve yayıncı Erdal Öz’ün anısına hazırlanan dia gösterisini oğlu Can Öz sundu.

                   
ŞAİR ADNAN SATICIYI  YİTİRDİK!

Yeni Türkü ve Behçet Aysan şiir ödülleri sahibi Adnan Satıcı, tedavi gördüğü Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 15 Şubat günü,  45 yaşında hayatını kaybetti.  

Diyarbakır'da 1962 yılında doğan Satıcı, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra yazarlık da yapan Satıcı'nın şiirleri, Edebiyat ve Eleştiri, Evrensel Kültür, Papirüs, Sanat Rehberi, Yarın, Yaşam İçin Şiir, Yeni Düşün, Yeni Olgu gibi dergilerde yayınlandı.  1983 Yeni Türkü Şiir Ödülü ve 1995 Behçet Aysan Şiir Ödülü sahibi Satıcı'nın 1985'te Ülkesiz Şarkılar, 1994'te Yerçekimine Uyan Portakal Çiçeği, 1996'da Dokuzuncu Blues, 1999'da ise Hep Unutur Uzaklardaki adlı kitapları yayımlandı.  

Yazar Aydın Çubukçu, Adnan  Satıcı’nın  ardından acısını dile getirerek, “En çok isyan kaldı ondan geriye. İsyanı, başeğmemesi, hiçbir aşağılık insanla uyuşmazlığı kaldı. Bol bol toplayalım onları. Sadece kendimize değil diğer insanlara da, emekçilere, yoksullara, çocuklara da dağıtalım. Bir türkü ölürse eğer ancak, ona da ‘öldü’ diyebiliriz” diye konuştu.

Şair Şükrü Erbaş ise Satıcı’nın bugün mazlum halkların, kültürlerin, kimliklerin özgürlüğüne dair bir türkü okuduğunu anlatarak, “Yalancı bir öfkeydi Adnan” diye konuştu. Yazar Hicri İzgörün ise ona iyi bakamadığını üzüntüyle ifade ederek, ona sadece Diyarbakır’dan bir avuç toprak getirebildiğini söyledi. Namık Kuyumcu da O’nun çok iyi bir insan, çok iyi bir şair ve devrimci olduğunu dile getirerek, özgür bir dilin özgün şiirlerini yazdığını söyledi.

                

           

ULAŞ BARDAKÇI 35. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE UNUTULMADI...  
               
12 Mart döneminin devrimci önderlerinden olan 19 Şubat 1972'de İstanbul Arnavutköy'de katledilen Ulaş Bardakçı, ölümünün 35. yılında da unutulmadı. 68'liler Dayanışma Derneği, Ankara 78'liler Derneği, ÖDP, Halkevleri üyeleri dün Bardakçı'nın Karşıyaka Mezarlığı'ndaki gömütü başında bir araya geldi. Bardakçı'nın mücadele arkadaşları olan Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir'in de fotoğraflarının açıldığı anmada sık sık "Mahir, Hüseyin, Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş", "Faşizme Karşı Omuz Omuza" sloganları atıldı. Ankara 78'liler Derneği Başkanı Ruşen Sümbüloğlu, Ulaş Bardakçı'nın mezarı başında yaptığı konuşmada, Türkiye'nin 12 Mart sürecine nasıl geldiğini anlatarak, Bardakçı'nın bu süreçte oynadığı role dikkat çekti. Nihat Erim Hükümeti'nin "Balyoz Harekatı" sırasında Bardakçı'nın tutuklandığını daha sonra cezaevinden firar ettiğini belirten Sümbüloğlu., "19 Şubat 1972 günü Arnavutköy'de kaldığı ev kuşatıldı. Ulaş Bardakçı, son kurşununa kadar çatıştı ve sabaha karşı şehit düştü. Ulaş Bardakçı, teslim olmaktansa, dövüşerek ölmenin devrimci mirasını yaratanlardan biri olması nedeniyle tarihimizdeki önemli yerini almıştır" dedi. Sümbüloğlu konuşmasına şöyle devam etti: "Cuntacıların yargılanarak yaptıkları her şey için halka hesap vermesi; 12 Mart ve 12 Eylül rejiminin tasfiye edilmesi Ulaş'ı ve bu yolda can vermiş tüm devrimcileri rahat uyutacaktır. Gün gelecek devran dönecek darbeciler halka hesap verecek."

                                                

MADEN KAZASI DEĞİL,  CİNAYETLER SÜRÜYOR !


Balıkesir bu kez Dursunbey'deki bir maden ocağında yaşanan göçükte hayatını kaybeden 3 işçinin yasını tutuyor. Özel sektör tarafından işletilen maden ocaklarında gereken önlemlerin alınmaması nedeniyle meydana gelen göçükler sürüyor. Dursunbey ilçesinde Özçevre Madencilik tarafından işletilen bir madende göçük meydana geldi. 24 Şubat gecesi  saat 02.00 sularında 230 metre derinlikteki galeride meydana gelen göçükte Ali Küçük, Mustafa Kuş, Mehmet Alp isimli işçiler yaşamını yitirirken, bir işçi de ağır yaralandı.  Bölgedeki madenlerde bugüne kadar 22 işçinin öldüğü, kazalara ise işçilere gereken eğitimin verilmemesinin ve güvenlik önlemlerindeki eksikliklerin yol açtığı belirtiliyor.  

İki gün arayla yaşanan iki felakette 5 işçinin hayatını kaybetmesine rağmen, katliama davetiye çıkaran duyarsızlık sürüyor. Bir işçinin su çekmek için göçük yaşanan madene sokulduğu bildiriliyor.  Yeraltına indirilen işçilerin gereken mesleki eğitimden yoksun olmaları da kazaları artıran bir diğer etken. Madenlerde genellikle çevre köylerden toplam 1150 işçinin çalıştığı ve işçilerin çalışmaya başlamadan önce hiçbir eğitime tabi tutulmadıkları, sadece madene inmeden bir kaç gün önce ocakta nasıl davranacaklarına dair yüzeysel bilgiler verildiği belirtiliyor.  

Kazanın yaşandığı madende çalışan bir maden işçisi, işçilerin sendikal faaliyette bulunmalarına kesinlikle izin verilmediğini, sendikal çalışma yapanların hızlıca işten çıkarıldığını söyledi.

Emekli bir maden işçisi ise, Sentaş Madencilik'te 1 Haziran 2006 tarihinde meydana gelen kazadan önce işçilerin sendikalaşma çalışmaları yürüttüklerini, ancak geçen sene Dursunbey'de 17 işçinin göçük sonucu hayatını kaybettiği ocağın sahibi Erhan Ortaköylü'nün bu işçileri işten çıkardığını söyledi. Oğlunu 13 yıl önce maden kazasında kaybeden emekli bir maden işçisi ise, kepçe operatörü olan bir işçinin sendikalı olmak istemesi üzerine açık madenden yeraltına gönderildiğini ve bir kazada hayatını kaybettiğini belirtti. İşçiler "çalışma şartlarından şikayetçi olduklarını, ama örgütlü olmadıklarından hiçbir şey yapamadıklarını" ifade ettiler. İşçilerin verdiği bilgiye göre, şu anda işe yeni başlayan ve 8 saat çalışan bir işçi asgari ücret, kıdemli bir işçi ise 690 YTL alıyor.  

Koç, Sabancı gibi en büyük gruplar da dahil olmak üzere irili ufaklı patronlar kömüre hücum etmiş durumda. Kömür ruhsatlarında patlama yaşanıyor. Bu ilginin ardındaki en önemli nedeni doğalgaz temininde yaşanan sıkıntılar ve fiyatlardaki artış. Kömür sahalarının özel sektöre devrinin hızlanmasıyla birlikte maden kazalarındaki artışa neden oldu.

                                      

KÜRESEL BAK PANELİNE CİNDY SHEEHAN DA KATILDI...


KÜRESEL BARIŞ VE ADALET KOALİSYONU, 26 Şubatta,  Ankara Üniversitesi Aziz Köklü Konferans Salonu'nda "SAVAŞSIZ BİR DÜNYA MÜMKÜN" konulu bir panel düzenlendi. Panelde konuşan ABD'li asker annesi Cindy Sheehan, Irak'taki ABD askerlerinin derhal geri çekilmesini istedi. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu tarafından savaş karşıtı etkinlikleri katılmak için Türkiye'ye davet edilen ABD'li asker annesi Cindy Sheehan, ABD'li tüm asker annelerinin haykırışını dile getirdi. Panele konuşmacı olarak Cindy Sheehan, gazeteci Ece Temelkuran, KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul ve A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Doç. Dr. Filiz Çulha Zabcı katıldı.  

Konferans salonunda “Welcome Mom” yazılı pankart açan savaş ve işgal karşıtları, Cindy Sheehan'ın zafer işaretleriyle yanıtlandı.  Cindy Sheehan panelde yaptığı konuşmada, ABD'de barış hareketinin üstün gelemediğini ve sonuç olarak Irak'ın işgal edildiğini söyledi. İspanya ve İngiltere gibi ülkelerin asker göndererek Katil Bush çetesinin suç ortağı olduğunu ifade eden Sheehan, askerlerin geri çekilmesi talebine kulakların tıkalı olduğunu söyleyerek, “Maalesef bizim isteklerimiz hala yerine getirilmiyor” şeklinde konuştu. Dünyadaki bütün hakların savaşa karşı seslerini yükselmesini isteyen Sheehan, işgalci ABD askerlerinin Irak’tan hemen geri çekilmesi gerektiğini belirtti. Amerikan askerlerinin de evlerine geri dönmek istediğine dikkat çeken Sheehan, bütün insanlığı Bush rejimine karşı el ele vermeye çağırdı.  

ABD'nin İran'a yönelik tehditlerine de değinen Sheehan, “Bu konuda birlik olmalıyız. Dünyada yeni cinayetleri, yeni yıkımları engellemek için bir arada olmalıyız.” dedi. Bush’un derhal görevden alınmasını gerektiğini belirten Sheehan, onu durduracak tek hareketin cezaevine konulması olduğunu söyledi. Sheehan, “Ben Amerika’ya karşı değilim, Bush’a karşıyım. Bush bütün dünyayı yıkıma uğratıyor. Onun yüzünden en büyük oğlumu toprağa verdim” diyerek acısını dile getirdi.  

Sheehan’ın ardından söz alan KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, Türkiye'nin Irak'a asker göndermesi için hazırlanan tezkerenin 1 Mart eylemi ile engellendiğine dikkat çektiği konuşmasında, “Türkiye’de bu pastadan dilimini almalı almazsa bir dilim başımıza çok iş getirir dediler ama hesaba katmadıkları bir şey vardı: Yüzbinler” dedi. Türkiye’deki savaş ve işgal karşıtlarının, İran ve Suriye’ye yönelik tehditlere karşı mücadele etmesi gerektiğine dikkat çeken Tombul, 20 Mart günü yapılacak eyleme çağrı yaptı.

                     

1940 KUŞAĞI SOSYALİST ŞAİRLERİNDEN A.KADİR’İ  
22. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ANIYORUZ
                                              

'A. Kadir' adıyla tanınan şair İbrahim Abdülkadir Meriçboyu, 1985'te 68 yaşındayken İstanbul'da hayata veda etti. 

01 Mart 1985 tarihinde 68 yaşında iken  yitirdiğimiz Şair A. Kadir, 1917'de İstanbul'da doğdu. İlk şiirleri 1930'da 'Ali Karasu' imzasıyla yayımlandı. Başlangıçta Abdülkadir Meriçboyu adıyla Faruk Nafiz Çamlıbel ile Necip Fazıl etkisinde şiirler yazdı. Ankara Cezaevi'nde Nazım Hikmet'le kalınca şiir ve dünya görüşünde önemli değişikler oldu. 'Ses' ve 'Yeni Edebiyat' dergilerinde yayınlanan şiirlerinde Nazım Hikmet etkisi açıkça bellidir.  Yurt sevgisini dile getiren ilk kitabı 'Tebliğ'de bir yandan savaşa karşı çıkarken bir yandan da yoksul Türk insanını gerçekçi bir bakışla yansıttı. Bireysel dramı toplumsal sorunların birlikteliği içinde ele aldı.

Olgunluk dönemi şiirlerinde konuşma diline yakın bir dil kullandı; türküler, halk şiiri ve gelenekleri motiflerinden yararlandı. Yoksulluk, sürgün, hapis acılarını yaşayan insanın duygularını, iyi, doğru ve eşitliğe olan özlemini yalınlık, gerçeklik ve coşkuyla yansıttı. Çarpıcı bitişler, yinelemeler, iç uyaklar ve ses uyumları belli başlı şiirsel biçimi oldu. 1940'lı yılların sosyalist  gerçekçi şiirinin ortak temaları ve biçimleriyle, Orhan Veli kuşağının bazı söyleyiş özelliklerini kaynaştırarak sentezci bir şiire ulaştı.  Sosyalist gerçekçi şiirimizin öncü adlarından A.Kadir’i saygıyla anıyoruz.

        
ARKADAŞIMIZ EVİN OKÇUOĞLU TÜYAP BURSA KİTAP FUARINDA 
KİTAPLARINI İMZALAYACAK!..

EMEĞİN SANATI  Grubu Katılımcılarından arkadaşımız Evin Okçuoğlu, TUYAP Bursa Fuarında 3-11 Mart arası ATP yayınları standında İmza Gününe katılacak. Şiir, çocuk öyküleri ve  şiirleri, öykü ve çeviri yapıtları bulunan Evin Okçuoğlu,  Fuardaki imza  gününde şu kitaplarını tanıtıp imzalayacak: Kosovalı Kız Zana(Çeviri roman), Sakın Kızma Anne( çocuk öyküleri) Çocuk Emeği Öyküleri(öykü), Toprak Öyküleri (öykü), Şiir Bahçesi (çocuk şiirleri), Ünlü Besteciler (biyografi)

              

8 MART DÜNYA  EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ, 
ÇEŞİTLİ EYLEM VE ETKİNLİKLERLE  KUTLANACAK!....

                       

Kadınlar yürüyor!..  Eski çağlardan yeni çağlara.... Alınlarında yağmur yağmur dökülmüş terler. Bıçak bıçak acılara dayana dayana yürüyor kadınlar yine sekiz martlarda aydınlık yarınları kurmaya!


Kadınlar yürüyor!...  Damar damar topraklarla, ekin ekin başaklarla, savaşa karşı sıkılmış yumruklarıyla kurmak için barışı.... Ninnilerden ağıtlara dize dize acıları dizerek yüreklerine yürüyor kadınlar yaşam acısına, evlât acısına son olsun diye!

           
Kadınlar yürüyor!... Burcu burcu çiçeklerle, dalga dalga denizlerle yedi iklim dört bucakta  yaşanılası bir dünya için...  Omuzlarına binerken çağların ağır yükü,  yoluna dikilirken kara cehalet ; yürüyor kadınlar karanlık geceleri şafağın çelik potasına dökmeye!

           
Kadınlar yürüyor!... Sevgi sevgi güllerle, yürek yürek türkülerle, barış güvercinlerini özgür alınlarından yükseltmek için göklere...  Ayakları altında açılırken yolları uygarlığın,  yürüyor kadınlar, çağdaş uygarlığın ibrişimli dokusunu çile çile, yumak yumak örmeye!

           
Kadınlar yürüyor!...  Nakış nakış kilimlerle, ışıl ışıl beyinlerle, nasırlı elleriyle varmak için güzelliklere... And Dağlarından  Fellûce  yollarına yeniden taşır gibi direnişi; dikilerek savaş tacirlerinin karşısına, yürüyor kadınlar, yedi iklim dört bucağa barışın nakışını çizmeğe.          

           
Kadınlar yürüyor!..  Çıra çıra gözlerle, dağdan, düzden esen yelle, bayrak bayrak adımlarla ters çevirmek için kara yazgılarını...  Tacize, şiddete, dayağa ve zulme boyun eğmemek için yürüyor kadınlar kara bahtlarını ak etmeğe!


Kadınlar yürüyor!... Nefes nefes destanlarla, umut umut çocuklarla, beşikteki bebelerle savaşsız bir dünya için... Göz yaşları pınar pınar bir daha sulamasın diye tüm ırmakları; unutulmasın  diye  yaşamı yaratan emekleri  ıssız dağ koyaklarında ahlatlar gibi; yürüyor kadınlar, ateşi ilk bulan, tekerleği ilk çeviren elleriyle yaşamın destanını yazmaya! (ALİ ZİYA ÇAMUR)




NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


ŞEREF ÖZTÜRK (Usta): ÜSREF USTA



ÜSREF USTA



                

                                                                                             

Kahveden içeri telaşla giren İzoleci Rıza usta kendi kendine söyleniyordu:

-Bunlardan da bir şey olmaz. Kendilerine devrimci bilmem ne sendikası diyorlar da ne olacak, arabanın benzin parasını sendikada aralarında toplamışlar,  deyince göçmen elektrikçi Üsref efendi oynadığı oyunu bırakıp:

-Benden bu kadar, dedi.  

Ana vatana gelirken ne umutları vardı. Önce çocuklarını anlı şanlı Türk bayrağı altında yaşatacak gavur mezalimini çocuklarına tattırmayacaktı. Üstelik ezan sesleri arasında Müslüman olmanın ayırdına varacağını sanıyordu. Kendince geldiği yere memleket dememeye özenle dikkat eder, "Esas memleketimizde kimse git daha öteye demeyecekti ne kendisine ne çocuklarına.” İyi bir eğitimle aldığı diploma ile güzel bir maaş almayı da umut ediyordu ama diplomasının çalışma bakanlığınca onaylanıp tercüme edilerek gelmesi tam dört yıl sürmüştü. Kahvede Rıza ustadan duydukları üzerine “Gidip bakayım şu bizim yaramaz çocuğa günlerdir çadırda yatıp kalkıyor işçilerle birlikte. Hem annesi merak etmeye başladı, hem de bir şeyler anlatmanın vakti geldi," diye düşünerek çadırın yolunu tuttu.  

Neresinden başlayıp anlatmalıydı çocuk bu, ne sınıf meselesini bilir ne de emek-sermaye kavgasının en ortasında devletin onların anladığı manada fakirin yanında olmadığını nasıl anlayacak. Gene de anlatmayı deneyecekti. Tito'nun döneminde az çok aldıkları eğitim, sınıflar konusunu anlamasına neden olmuştu. Çağının en yeni akımı o dönem için değişik bir söylem olan faşizmin girdiği her ülkenin gençlerine parlak vaatlerle dünyaya hâkim olacağı fikrini aşılamış, serüvenci gençlik kesiminin bir çoğunu cezbetmeyi başarmış, arkalarından gitmelerini sağlamıştı.  

Diğer yandan Tito, partizanlarını toplayıp değişen dünyada kendi çıkış yollarını bulmanın inşa çalışmalarına başlamıştı bile. Ama çoğu Müslüman kesimin çocuklarından olmak üzere, Hitler'in yeni dünyasında süslü hikâyelere inanmayı daha sıcak buluyordu. Üstelik Türkler de Almanların yanında yer almıştı bu savaş yıllarında.  

Dönüşlerinde Alman faşizmine yaptıkları hizmet askerlikten sayılmayınca Tito'nun da askeri olmuşlardı. İki düşünce arasındaki farkı yaşamadan anlamanın tek yolu bu konuda ya eğitim almaktı ya da yaşayarak çağına tanık olarak öğrenebilmekti.  

Oğluna bunları dili döndüğünce anlatmaya çalışacaktı. Aklına gelmesi bile onu çok şaşırtacak bir şeyle karşılaştı. Eline çizgi roman alıp okumayan yaramaz çocuk kalınca bir kitap alıp öylesine dalmıştı ki okumaya, çadırdan içeri giren babasını bile görmemişti.  

Göçmen usta çadırdaki işçileri selamladıktan sonra,

-Annesi biraz hastadır “Git bak çucuguma ne yapay?” dedi geldim bakayım diyerek, müsadenizle eve gütürecim. Temsilci Hasan,

-Olur Üsref Usta gitsin tabii, kaç gündür gece gündüz burada. Ama merak etmeyesin, hiçbir tarafa gitmedi, hep buradaydı, diye göçmen ustayı rahatlatmaya çalıştı.

-Ben bileyim ama annedir merak etmiştır, diyerek müsaade alarak çadırdan ayrıldılar.  

Nazmi ilk defa babasını bu kadar kendine yakın ve sıcak buldu. Daha önce aralarında herhangi bir konuda görüş alışverişi bir yana, baba-oğul ilişkisinde en ufak diyalog yaşamamış olan Nazmi babasını büyük bir dikkatle dinlemek üzere ne söyleyeceğini anlamaya çalışırken içine bir korku düştü. Acaba annesine bir şey mi olmuştu? Hemen sordu merak ve panikle. Babası,

-Yok be çocuğum, dedikten sonra, bu sefer doğru bir telaffuzla  onun için gelmedim, seninle biraz konuşalım bu meseleleri istedim. Yolumuz uzun, eve gidinceye kadar ne anlatırsam dikkatli dinleyesin isterim. dedi.  

Nazmi bir yandan hâlâ o kuşkuyu içinden atamadan ne söyleyeceğini merak ediyor bir an önce söze girmesini istiyordu..

-Bileysın biz hem Alaman'a hem da Tito'ya askerlik yaptık. İkisi farklıdırler. Dünya'ya farklı bakarler. Birinin adı faşizimdir ütekisi kominizımdır. Biz buraya niçin geldık. Ne kominizmaya ne faşizma yem olmayalım kendi bayragımız altında islah yaşayalım..  Ama gürdüm ki burada da demokrasi var dediler o da yokmiş. Buraya demokrasi daha 40 sene gelmez, sen günlerdir eve gelmeysın. O kadar çabuk hiçbir şey olmaz. Önce sendikacılar sendikacılığı öğrenecek.  Bunun sarisi kırmızisi ayrılacak, işçi de bilecek hangisi ne boyadadır. Sonra bunlardan hükümet, kimi susturmak isterse önce prova edecek olmazse nasıl sendikalanaysınız siz, onlarda yani patronlar hem kendileri için hem işçiler için sendikalar kuracakler. Gestapo dünyanın her tarafında kendi gibi düşünen insanlar yetişsin diye çok pare harcatır. Onlardan değilseniz size “kominist” diyecekler “dininiz elden gitti” diyecekler. “Vatanınız gitti” diyecekler. Öbürleri de boş durmayacak. “alın teriniz çalınıyor”, “neka küfte oka ekmek” diyecekler. Böyle bir telâşenin arasında un ufak olmayasın diye geldim bunları sana anlatayım. Bir memlekette bu işlerin düzelmesi için herkesin çok okumasi lazım, bilsinler lazım sistem nedir, kim ne istey, kim ne süley. Bunlari bilmek için önce öğrenmek lazımdır.  

Dünyada bu her tarafta yaşanmıştır. Kimi çabuk geçmiştir sınıfını, kimi yavaş. Ama bilesin ki sınıflar vardır ve sınıfını unutmayasın, hainlik yapmayasın.  İşçinin alın terini bir gün pazarlık etmek zorunda kalırsan, sakın satmayasın. Bundan peygamber bile korkmuştur. Ah’lı iştir, mutlak bir yerinden çıkar.  Sen çekmezsen çocukların çeker, torunların çeker, ama mutlak çıkar, ödenir cezası öbür tarafa kalmadan.

                                         ***

Göçmen Üsref Usta bir yıl sonra  yaşama veda etti. Kim bilir daha neler anlatmıştı Nazmi’nin kafasına girenler sadece bunlardı. Ta ki, on yıl sonra tekrar direnişe geçen kazan fabrikası işçilerinin başında Nazmi komite üyesi oldu. O günlerde, meydana siyasi partilerden Bozbeyli'nin adı bile unutulan partisinin astığı kocaman pankartta “Sınıf yok, millet var” diyen sloganına inat babasının vasiyetine sıkı sıkıya sarılan Nazmi, elinden geldiğince mantık süzgecinden iki kez geçirmediği hiçbir tartışmaya, hele siyasilerle hiç girmezdi. Dört aya yakın süren direnişin tam ortasına düşen bu pankart köyün meydanından, bizzat Nazmi tarafından, parti başkanı ikna edilerek indirtildi. Halkı kandırmaya gelen siyasi parti başkanı, bu ülkede sınıflar olduğunu kabul ederek genel kurullarında bu slogandan vazgeçeceklerini halkın önünde söz vererek kabul etmişti.  

Nazmi'nin aklından çıkmayan bir şey daha vardı ki, babasına söz vermişti kimseye söylemeyeceğine dair. "Bu millet bir gün haklılığını kabul ettirmek için örgütlenmeyi de öğrenecektir ama o zaman hükümeti yönetenler sendikaları yönetenleri hükümeti yönetmeye davet edeceklerdir, asıl korkmanız gereken zaman o zamandır. Oraya gönderdiğiniz adamlar sınıfını unuturlarsa öbürlerinden fazla zarar verir." demişti. "Tüm çabalarınıza ve sendikacılık biter. Sivil toplum örgütlerinin güdümünde hareket etmek zorunda kalırsınız. Güçlü sendikalar da sivil toplum örgütlerinin lokomotifi olmayı başarırlarsa bilesin ki o ülkeye demokrasi gelmek üzere yola çıkmıştır." demişti.  

Kırk yıldan fazla süren bu sürece rağmen demokrasi henüz gelememişti. Nazmi Usta’nın çocukları otuz yıl önce babalarının direnişine katıldıkları pankartı çeyizlerinde saklıyorlardı “Dedemden esirgenen, babama verilsin” yazıyordu iki küçük kızın kartona yazılmış pankartında. Demokrasi hâlâ gelemedi.  

Bu kış komünizm gelecek diyenler ülkeyi kırk yıl yönettiler. Ne demokrasi geldi, ne bu kışlardan birinde komünizm. Dört yüz milyon lira ile yaşama sanatının bütün inceliklerini öğrenen Nazmi usta, dedelerine de babalarına da verilmeyen haklarının kendi mücadelelerini yeterince yapamadıkları için öbür tarafa gitmeden eziyetini çekeceğini Üsref Ustadan öğrenmişti. Öğrenmesine de geç öğrenmiş ve ödemeye başlamıştı bedelini. Tek bir insanın alın terini kimseye peşkeş çekmediği halde. O pankart taşıyan küçük kızların yardımları ile yaşama tutunmaya çalışarak ve hâlâ “Yaşasın işçi sınıfının haklı mücadelesi!” sloganını dilinden düşürmeden. İşçilerin mutlaka güçlü örgütlenme ile hâlâ söz sahibi olabileceklerine olan inancını hiç yitirmeden…  



ŞEREF ÖZTÜRK (Usta)