15 Şubat 2007 Perşembe

EMEĞİN SANATI'NDAN 6. MERHABA




          

Merhaba Emek Dostları,

6.sayıyla yine gözlerinizin hizasındayız.... İnsanlığın tüketim aracı olarak  sunulduğu dünyamızda biz gene  sanat cephesinden insanca bir yaşam, insanca bir düzen için bayrağı yukarılara çekme çabasındayız... Yarına umudumuz,  insana sevgimiz, yaşama tutkumuz, yüreğimizde inancımız, haksızlığa patlayan  öfkemiz, beynimizde bilimle biçimlenen bilincimiz, her türlü baskı ve işkenceye “offf!”  dedirtmeyen sabrımız, bizi biz eden onurumuz var olduğu sürece bu çabamız sürecek, yeniden sosyalist gerçekçiliği haykıran sesimiz daha da gürleşecek.  

Kör dumanların savrulduğu yaşamın sarp dönemeçleri bizleri kaosları içine çekmeye çabalarken, ak ve kara, yalan ve gerçek, yanlış ve doğru terazileri harıl harıl düşünce üretiyor. Bağnazlık tüketiyor. 

Bir yandan bozulan dengeler, bizleri de,  ülkemizi de çarkları arasına çekme hevesindeyken, bir şeyler var ki çarkları sıkıştırıyor; istediği gibi duygularımızı, düşüncelerimizi öğütemiyor. Ne kadar yağlansa da oynak yerleri, zorlanıyor çark, rahat dönemiyor, duygu ve düşüncelerimizi dönüştüremiyor. 

Nedir, düzenin ve düzensizliğin çarklarını zorlayan güç?  

Umuttur birisi. Arzuların gün doğrusu yelinden gönlümüzün ortancalarını okşar. 

Sevgidir birisi. Karanfil  düşlerimizin hedefini arayan özlem başlıklı peri bacası. 

Tutkudur birisi. Gül sağanağından şemsiye açmadan, gönül köprüsünden süzülen aşk bulvarına çıkan son kavşak. 

İnançtır birisi. Zulüm zincirinin sarkacından boşanan kavun içi gölgelerin pembemsi uç veren kandili. 

Öfkedir birisi. Deli çaylar gibi gönül dağlarından boşanan, yankısız gecelerin kulağında çalan gonk.

Bilinçtir birisi. Beynin yeğin kıvrımlarından dolana dolana doğan, ebemkuşağından yüreğe dolan pusula. 

Sabırdır birisi. Kuşatılan yıldızların bumeranglarını geri dönemeden tutan ve sardunya dalına destek kılan isyan.  

Onurdur birisi. Kuşatmalardan süzdüğü direnci, bahar doruklarına tırmandıran kardelen. 

İşte, filizkıran fırtınasındaki düşlerimizi, komaya düşen hasretlerimizi  düzensizliğin yağlı çarklarına kaptırmaksızın ayakta dimdik yaşatan burçlarımız...   EMEĞİN SANATI, bu burçlara ses veriyor,  sesini katacak ses arıyor..........  

                            ALİ ZİYA ÇAMUR



 BU SAYININ SAVSÖZÜ



SENTETİK ŞİİR, sese önem verir; ORGANİK şiir, ritme.

SENTETİK şiir, şiirin temel öğesi olarak kelimeyi görür, yapıya tapınır; ORGANİK şiir, duyarlık zeminine bağlanır, yapıyı infilâk ettirir.

SENTETİK şiirin geleneği Divan'dır; ORGANİK şiirin geleneği ise hakir görülen Halk Şiiri.

SENTETİK şiir, akılla yapar; ORGANİK şiir, sezgiyle.

SENTETİK şiir, başka şiirleri kendine zemin alır; ORGANİK şiir, yaşantıların rastlantılarına dayanır.

SENTETİK şiir, kapalıdır; ORGANİK şiir, anlamın su gibi yayılmasını ister.     OSMAN ÇAKMAKÇI



YAŞAM VE SANATTA 
15 GÜNÜN İZDÜŞÜMÜ...



BEHİÇ AŞÇI VE DİĞER AÇLIK GREVİNE GİRENLERİN EYLEME ARA VERMELERİYLE  ANKARA ABDİ İPEKÇİ PARKININ ORTASINDAKİ HEYKEL ÖNÜNDE 
DİRENİŞ YAPAN TAYADLILAR DA DİRENİŞİNİ BİTİRDİ...
                      
TAYADlılar 1231 gün önce başlattıkları oturma eylemine 27 Ocak akşamı yaptıkları basın açıklamasıyla son verdiler.

F tipi cezaevlerinde, evlatlarının tecrit koşullarında ölümüne seyirci kalmamak için 1231 gün önce Ankara’da Abdi İpekçi Parkı’nı mekan eden TAYADlılar, mekanlarını şimdilik terk ettiler. Park’ın simgesi haline gelen “havaya açılmış el” heykelini sabunlu sularla temizleyerek Ankaralıya bırakan TAYADlılar, tecrit tamamen kalkana kadar mücadelenin süreceğini ifade ettiler.

“F tipi cezaevlerinde tecritin sona ermesini sağlamak, evlatlarının ölümlerini durdurmak” için TAYADlılar, 16 Eylül 2003’de Abdi İpekçi Parkı’nda, “on günlük çadır” eylemi yapmak istediler. Ancak Ankara Valiliği’nin çadıra izin vermemesi, polisin de yaka paça gözaltına almasıyla sürekliliğe dönüşen TAYADlıların oturma eylemi, 123’üncü ölüm olmadan sona erdi. Oturma eylemi başladığında ölüm orucunda yaşamını yitirenlerin sayısı 107 idi. Onlar “yeni ölümler olmasın” derken, 122’inci ölümün acısını da yüreklerinde hissederek, oturmayı sürdürdüler. Bu kez “123’üncü ölüm olmasın” diye seslerini yükselten TAYADlılar, 1231 günü, yani yaklaşık 3,5 yılı Abdi İpekçi Parkı’nda, el heykelinin altında geçirdiler.

Yazın sıcağında, kışın dondurucu soğunda ayrılmadıkları Abdi İpekçi’den, el heykelinin altından, “tecriti kaldırın, ölümleri durdurun”, “Cezaevlerinde 122 insan öldü duydunuz mu?” diye görmeyen gözlere, duymayan kulaklara, hissiz yüreklere seslendiler. Avukat Behiç Aşçı’nın 5 Nisan 2006’da başlattığı ölüm orucu, arkasından Sevgi Saymaz ve Gülcan Görüroğlu’nun ölüm oruçlarıyla, tecriti Türkiye’nin gündemine oturtan TAYADlılar, Adalet Bakanlığı’nın genelgesini adım sayarak, bir basın açıklamasıyla 1231 günlük Abdi İpekçi eylemi meşalelerin aydınlattığı bir ortamda, atılan sloganlarla, söylenen türkülerle 'şimdilik' kaydıyla sona erdi.


DİKMEN HALKI RANTA KARŞI İNSANCA YAŞAM İÇİN DİRENİYOR!..


2 Şubat günü dozerlerle ve panzerlerle karlı dikmen yollarına dayanan Büyükşehir Belediye Başkanı İ.Melih Gökçek, Dikmen halkının müthiş direnişiyle karşılaşınca sarsıldı. Amacı “Kentsel Dönüşüm Projesi” çerçevesinde gecekonduları yıkarak buralara lüks daire ve villalar dikmekti...  İ.Melih Gökçek kış ortasında sokağa atmaya çalıştığı Dikmen Vadisi halkının direnişini "ideolojik" olarak değerlendirmişti. Dikmenlilerin bu  fotoğrafları bu direnişin "ideolojisi"ni açıkça gösteriyor: Başını sokacak bir ev yani barınma hakkı ve insanca yaşam... Peki Gökçek'in "ideoloji"si ne? Gecekondulara savaş, zenginlere rant!  



BEKSAV YÖNETİCİSİ HACI ORMAN ÖNCE ESRARENGİZ BİÇİMDE KAÇIRILDI, 
SONRA   SERBEST BIRAKILDI...

                                       

31 Ocak günü  İstanbul Kadıköy'de kaçırılırcasına gözaltına alınan BEKSAV Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Orman,  2Şubat günü  çıkarıldığı Beşiktaş Ağır Ceza Mahkemesi'nce serbest bırakıldı.    

Gözaltı süresi içinde, yurdun her yanında kendisi için dayanışma kampanyaları ve gösteriler  düzenlenen BEKSAV Yönetim Kurulu Başkanı, Sanat ve Hayat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni gazeteci Hacı Orman, 7 Şubat günü bir basın açıklaması yaptı. Kendisinin hakkında yakalama kararı olduğu ve BEKSAV’ın abluka altında bulunması nedeniyle basın açıklamasına katılamadı. Hacı Orman’ın kaleme aldığı basın açıklaması metnini, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu Sözcüsü Necati Abay okundu: 

“Değerli arkadaşlar,

Aşağıdaki metnin epey uzun olduğunu biliyorum. Okudukça gereksiz olmadığını anlayacağınızı umuyorum. Sabrınızı ve hoşgörünüzü rica ediyorum.  

Basına ve Kamuoyuna,

31 Ocak Çarşamba günü saat 13.15’te gözaltına alındım. Gözaltına alınış saatim kayıtlara 14.15 olarak geçirildi. Yakınlarımın gözaltına alındığımdan bazı görgü tanıklarının anlatımıyla haberdar olduğunu, bu anlatımların Özgür Radyo’nun 14.00 haber bülteninde yer aldığını sonradan öğrendim.

Gözaltına alınış şeklim şöyle oldu: Kadıköy İskele’de kırmızı ışıkta beklerken içinde bulunduğum ticari taksinin kapısı bir anda açıldı ve iki kişi beni araçtan dışarı çekerek montumu başıma doğru geçirmeye çalıştılar ve beni sürüklemeye başladılar. Ellerinden kurtularak adımı ve çalıştığım kurumu yüksek sesle birkaç defa üst üste çevreye duyurdum. 5-6 kişi bir yandan ağzımı kapatmaya, diğer yandan sürüklemeye devam ettiler. Beni sürükleyerek bir kamyonete bindirmeye çalıştılar. Uzun süre boğuştuk. Bir ara ellerinden sıyrılarak koşmaya başladım. Ancak birkaç adım sonra ön taraftan başka iki kişi üstüme saldırarak beni yeniden tuttu. Bağırmaya devam ettim. Çevrede biriken insanlara BEKSAV’a ve İnsan Hakları Derneği’ne haber vermelerini istedim. Ellerimi kelepçelediler ve sürükledikleri yerde bekleyen otomobillerden birinin arka kısmına bindirdiler. Başımı koltuğun altına bastırarak üstüme oturdular ve etrafımı görmemi engellediler. Yarım saat sonra araçtan indirerek bir benzin istasyonunun arka tarafına götürdüler. Burada ellerimi çözüp kelepçeyi arkadan bağlayarak bana vurmaya başladılar. Kendimi savunmam üzerine yere yatırdılar ve içlerinden biri pantolon kemerini çözerek ayaklarımı da bağladı. Etrafta kimse yoktu. Bana JİTEM elemanı olduklarını, JİTEM’i bilip bilmediğimi, üstüme beton dökeceklerini, cesedimi kimsenin bulamayacağını söylediler. “Sen ermeni tohumusun, üstüne beton dökmeye gidiyoruz” dediler. Ellerim ve ayaklarım bağlı şekilde yeniden arabaya bindirdiler. Araçta dört kişiydiler. Şefleri olduğunu sandığım kişi, bir yerleri arayarak “Abi, ermeni tohumunu yakaladık. Bağırdı, halkı galeyana getirdi. Bunu halkın önüne atıp linç mi edelim, kendimiz mi halledelim” diye sordu. Daha sonra dönüp bana yeniden vurmaya, küfürler savurup tehdit etmeye devam etti. Kendilerine “şu anda suç işliyorsunuz, ama madem ne yaptığınızı çok iyi biliyorsunuz, öyleyse elinizden geleni ardınıza koymayın” dedim. Bunun üstüne yanımda oturan kişilerden biri başımı yeniden koltuğun altına sıkıştırıp üstüme oturdu. Bir saat sonra büyükçe bir garajın içinde beni araçtan indirdiler. “Hadi şimdi de bağırsana” diye bağırarak tekrar vurmaya başladılar. Bana “bir tercih yap, kurşunla mı ölmek istersin, iple mi? Hrant Dink gibi mi olsun, Saddam gibi mi” diyerek vurmaya devam ettiler. Ayaklarımı çözdüler ve arabaya yeniden bindirip “seni diri diri gömmeye götürüyoruz” dediler. Birkaç dakika sonra gene bir garaja girdik. Sanıyorum ki, aynı garajın bir başka girişinden ulaşılan daha iç bir noktasıydı. Orada bekleyen başka sivil ve telsizli kişiler vardı. Araçtan indik. Bekleyen kişiler, bana adımla seslenerek “hoş geldin” dediler. Hoş bulmadığımı söyledim, “hepiniz katilsiniz” dedim. Beni getiren kişilerin şefi üstüme yürüyerek küfürler savurunca, bekleyen kişiler müdahale etti ve “tamam beyler, teşekkür ederiz, siz gidebilirsiniz” dediler. Garajdan açılan küçük bir kapıdan geçirilerek geniş bir koridora girince, kısa sürede, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde olduğumu anladım. Beni Terörle Mücadele Şubesi’nin sorgu odasına götürdüler ve gözaltına alınma işlemlerimi yapmaya başladılar.

"Değerli arkadaşlar,

Gözaltında bulunduğum 48 saatlik sürenin büyük bölümünde sorgu odasında tutuldum. Burada daha çok “sol iki kısmı görevlileri” olduğunu söyleyen kişilere muhatap oldum. Ancak zaman zaman kendini “sağ terör”veya “sol terör” görevlisi olarak tanıtan kişilerce de sorgulanmaya çalışıldım. Bazen de şube müdürü olduğunu belirten tek tek kişilerin soru ve konuşmalarıyla karşılaştım. Bu süre içerisinde bana saygılı, nazik ve özenli davrandılar. Kişiliğime ve kimliğime saygı duyduklarını söylediler. Beni gözaltına alan kişilerle bağlantıları olmadığını, yakalama ekipleri ile sorgu ekiplerinin ayrı olduğunu iddia ettiler. Beni gözaltına alan kişiler hakkında suç duyurusunda bulunabileceğimi, onların da İstanbul Emniyet Müdürlüğü bünyesinde çalıştıklarını, zaten yakalama tutanağının altında yaka numaralarının mevcut olduğunu, bu tarz bir yakalama biçiminden kendilerinin de rahatsızlık duyduğunu, polisin artık değiştiğini, böyle uygulamaların münferit olduğunu, densizlik olduğunu vs. söylediler. Bunları inandırıcı bulmadığımı belirtince de “büyütülecek bir şey yok. Seni daha önce getirmek istedik, sen kaçtın. Seni buraya getiren ekip de yeniden kaçmaman için böyle bir yakalama şekli düşünmüş, ama yanlış yapmışlar, istersen şikayette bulunabilirsin” dediler ve konu her gündeme gelişinde aynı şeyi tekrarladılar.

Sorgu boyunca terörle mücadele şubesi polisleri, 8- 21 eylül operasyonunun yanı sıra, BEKSAV’ın çalışmaları, benim kişisel yaşamım hakkında açıklamalar yaptılar; Hrant Dink suikastı ve soruşturması konusunda değerlendirmelerde bulundular;Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Şanar Yurdatapan, Eren Keskin, Osman Baydemir, Mehmet Bekaroğlu, Akın Birdal, gibi kültür ve siyaset dünyasından insanlar hakkında yorumlar yaptılar; Hasan Ocak ve Süleyman Yeter’le ilgili izahatlara giriştiler. Bunların bir bölümünün son derecede önemli olduğunu düşünüyor, kamuoyuyla paylaşma gereği duyuyorum. Kısaca bilginize sunacağım bölümleri şunlardır:

1) BEKSAV’ın çalışmalarıyla ilgili olarak: Polis fezlekesi, BEKSAV Sinema Atölyesi’nin çektiği ve benim de sanat danışmanı olarak görev aldığım Kazım Koyuncu belgeselinin örgütsel talimat çerçevesinde çekilmiş olduğunu ileri sürmekte, bunu BEKSAV’ın ve benim yasadışı örgütle bağlantılı olduğum iddiasına dayanak yapmakta ve Cumhuriyet başsavcısı da bu iddiayı ciddiye alarak benim sorgulanmam için bir sebep sayabilmektedir. Bu gülünç ve şaşırtıcı iddiaya dayanılarak insanın hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesi, hazindir. Gülünç ve şaşırtıcı olan şeylerden biri de şudur ki, BEKSAV’ın taşınması da “örgütsel talimatla gerçekleşmiş” olarak değerlendirilmekte ve Cumhuriyet savcısı bunu da ciddiye almaktadır. Kısacası, benim gözaltına alınıp mahkemeye sevk edilmemin hukuki nedeni, sadece ve yalnızca budur. Polis, savcılık ve mahkeme aşamasında benim ve BEKSAV’ın “terör” bağlantısı karşıma bu inanılması güç argümanlarla çıkarılabiliyor ve bunun adı hukuk olabiliyor.

2) Benimle ilgili olarak: Sorgu süresi boyunca bunların gayri ciddi iddialar olduğunu, keyfi davrandıklarını söylemem üzerine, güya ne kadar dikkatli ve titiz çalıştıklarını kanıtlamak için bana bazı krokiler ve fotoğraflar gösterdiler. Bunlar, benim eşim ve çocuğumla birlikte kaldığımız evin krokileri ve benim halka açık etkinliklerde yaptığım konuşmalar sırasında çekilmiş kişisel fotoğraflarımdı. Evimizin ön ve arka giriş sokakları, mahalle içindeki bağlantı yolları, bütün ayrıntılar krokide yer alıyordu. Bunların hangi mahkeme kararına dayanılarak neden yapıldığını sormam üzerine, “sen nasıl susma hakkımı kullanıyorum diyorsan, biz de her şeyi açıklamak zorunda değiliz” şeklinde cevap verdiler. Bana sık sık “yalnız dolaşmaktan korkuyor musun, ölüm hakkında ne düşünüyorsun” sorularını sordular. Burada özellikle vurgulamak istiyorum ki, mahkemece salıverildiğim günden itibaren her gün evimden izlenmeye devam ediyorum. Ayrıca son bir yıl içerisinde üç defa evime hırsızlık süsü verilerek girilmiş olmasını da şimdi kuşkuyla değerlendirmekteyim. Evimin sürekli gözetleniyor olması ve benim çok sayıda araçla ve yaya olarak hala izleniyor oluşum da düşündürücüdür.

3) 8- 21 eylül saldırılarıyla ilgili olarak: Polis ve savcılık, 8-21 eylülde Türkiye genelinde yapılan ve 100’ü aşkın kişiyi, 25 ayrı kurumu mağdur eden gözaltı ve tutuklama saldırısını “yasadışı örgüt operasyonu” olarak lanse etmektedir. Bu dosya üzerinde hâlâ gizlilik kararı kaldırılmış olmadığından, suçlamanın ne olduğunu tam olarak bilememekteyiz. Fakat gerek polis sorgumda, gerek savcılık sorgusunda yansıtılanlar, gizlilik kararı altında saklanan şeyin ne olduğunu benim açımdan anlaşılmaz/bilinmez olmaktan çıkarmıştır. Çok somut olarak gördüm ki, rejime muhalif çerçevede görülen kurumlar ve oralarda görev alanlar, gözdağı ve sindirme yoluyla susturulmaya, etkisizleştirilmeye çalışılmaktadır. İleri sürülen iddiaların neler olduğunu polis, savcılık, mahkeme gibi resmi makamların beyanatları ve soruları üzerinden somut olarak görmüş ve duymuş birisi olarak bu dosyanın demokratik, ilerici kesimler üzerinde baskı yaratmaya yönelik olduğundan eminim. Duruşmalar başladığında herkesin de bu gerçeği göreceğini şimdiden belirtmek isterim.

4) Adı geçen bazı kişilerle ilgili olarak: Gözaltında tutulduğum süre içerisinde Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Akın Birdal, Osman Baydemir, Eren Keskin, Mehmet Bekaroğlu gibi aydınların, siyasetçilerin adı geçti. Bana “Orhan Pamuk, Amerika’ya kaçtı. Sence Yaşar Kemal nereye kaçacak” dediler. Onlara Yaşar Kemal’in evrensel bir aydın olduğunu, dünyanın her yerinde halklar tarafından el üstünde tutulacağını” söyledim. Dediler ki, “O Chirac’ın yanına gömülecek”. Ben de “Yaşar Kemal’i gömmek mümkün değildir. O, Anadolu’da doğdu, dünyada büyüdü, yine Anadolu’da ölümsüzleşir; sizin bu tehditlerinize sığmaz onun büyüklüğü” dedim. “Biz tehdit etmiyoruz, ama bak artık bir Moskova’nız da yok ki, oraya gidesiniz. Orhan Pamuk’u Amerika kabul eder, ama o Şanar Yurtatapan’ı niye etsinler ki? Mesela Eren Keskin’in yeri Brüksel, Osman Baydemir’in yeri Beka. Akın Birdal mezardan çıktı, verilmiş sadakası varmış” şeklinde uzun uzun konuştular. Madem aydınsın, okumuş adamsın, bunları da konuşalım. “İçinizde bir ucube Mehmet Bekaroğlu’dur, işte onu daha anlayamadık” dediler. Bunun üstüne “benim yanımda böyle konuşamazsınız. Türkiye’nin değerli insanlarına böyle hitap etmenize müsaade etmem” deyince, “niye? Sen komünist değil misin, ateist değil misin? Liberaller Amerikancı değil mi? Yoksa sen de mi Amerikancısın?” şeklinde cevap verdiler. Bu bahsi uzun bir süre devam ettirdiler. Aralarında benim de yazılarımın bulunduğu çeşitli kitap, dergi ve gazetelerin bulunduğu kimi yayınlardan altı çizilmiş bazı bölümler okuyarak saatlerce konuştular. “Nazım Hikmet, Ahmet Kaya, Yılmaz Güney gibi vatan hainleri emperyalizmin toprağında yatıyor. Orhan Pamuk Amerika’da yatacak. Yaşar Kemal’in yeri daha belli değil” biçiminde küstahça konuşmaya devam ettiler. Hrant Dink için “o hırt”, “o dingil”gibi saygısız ve terbiyesizce ifadelerine müdahale edip yüksek sesle tartışınca, “tamam yanlış anlama, seni deniyoruz, delikanlı adammışsın” diyerek kendilerince sinirlenen birini sakinleştirmeye çalıştılar. Söylemek istediğim şudur ki, görevi kolluk kuvveti olan kişilerin aydınlarımıza dönük bu küstah ilgisi, aydının özgürlük sınırını aydının kanıyla çizen bir rejimin ve düzenin aynası olması bakımından çok çarpıcıdır. Aydınlarımızın adlarının sorgu odalarında böyle rahatlıkla geçiyor olması, tehdit ve küfür içeren söylemlere konu olması, çok düşündürücü ve kaygı vericidir.

5) Hasan Ocak ve Süleyman Yeter’le ilgili olarak: Devamlı “bak sen buraya daha önce de geldin. Nasıl? Çok değişim var değil mi? Artık işkence yok. Siz de önyargılarınızı bırakın artık” deyip durdular. Bir ara “Süleyman Yeter burada öldürüldü, bu binada. Peki Hasan Ocak nerede öldürüldü, bu binada mı?” diye sordum. Bana adını daha önce duymadığım, ama gizli polis elemanı olduklarını söyledikleri iki kişiden söz ettiler. “Peki onlar nerede öldürüldü? Sen onu söyle, biz de senin soruna cevap verelim” dediler. Kendilerine “söylediğiniz kişileri ben tanımam, daha önce de duymadım. Ama siz Hasan Ocak’ın nerede öldürüldüğünü bildiğinizi mi söylüyorsunuz” diye sordum. Ağız değiştirdiler. Konuyu kapattılar. Bu diyalog, yoruma gerek duyulmayacak kadar açıktır. Bu diyalogu yaşayan kişi olarak Hasan Ocak’ın katilleri konusunda söz konusu polis görevlilerinin bilgi sahibi olduklarını somut olarak hissettim, anladım. 

Değerli arkadaşlar,

Gözaltına alınmam ve sorgulanmamla ilgili ayrıntılar bu şekildedir. Beni kaçırarak Emniyet Müdürlüğü’ne götüren ve yol boyunca anlattığım biçimde davranan görevliler hakkında suç duyurusunda bulunacağım. Darp edildiğime dair adli tıp raporum dava dosyasındadır. Demek ki, biz Kazım Koyuncu filmi çektiğimiz, binamızı taşıdığımız için Ağır Ceza’da yargılanacağız. Bize bu muameleyi reva görenlerin nerde yargılanacağını ise zaman gösterecektir. Her iki yargılamayı da takip edeceğinizi umuyorum. Bu anlattıklarımın yorumunu da basın yayın organlarının habercilik anlayışına ve kamuoyunun takdirine bırakıyorum."  Hacı Orman BEKSAV Yönetim Kurulu Başkanı



IRAKLI KÜRT RESSAMLAR DİYARBAKIR’DA  SERGİ AÇTI...

                          
Son birkaç yıldır yapılan etkinliklerle Kürt yazarları, şairleri ve müzisyenleri buluşturan Diyarbakır, artık başka sanat alanlarında çalışmalar yapan sanatçıları da buluşturuyor.

Iraklı Kürt ressamlardan Evdilmuttalib Gerdî ve Dr. Soran İsmail, bir dizi çalışmalarını Diyarbakır’da sergilediler. Diyarbakır Sanat Merkezi’nde açılan ve 3 Şubat – 6 Mart arasında açık kalacak serginin açılışında, çok sayıda Diyarbakırlı  ressam, heykeltıraş ve resme ilgi duyan gençler bir araya geldi.
   (Resim: Evdilmuttalib Gerdî)


1.ULUSLARARASI GAZİANTEP KARDEŞ EDEBİYATLAR BULUŞMASI...

              
Gaziantep’te Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen ve Türkiye, Suriye ve İran’dan edebiyatçıların katıldığı 1. Uluslararası Gaziantep Kardeş Edebiyatlar Buluşması  3 Şubat’ta Gaziantep’de yapıldı. Toplantının sonuç bildirgesi açıklandı. Etkinliğe üç ülkeden konuşmacı olarak katılan yazarlar kendi ülkelerinin şiiri, öyküsü ve romanı üzerine bilgiler verdiler ve ülke edebiyatlarının birbirine etkilerini tartıştılar. Kültür ve sanatının, birçok ortak özellikler barındırmasına karşın özellikle aydın ve sanatçıları arasında ciddi bir yabancılık ve uzaklığın olduğu değerlendirmesinin öne çıktığı toplantıda, edebiyatın ve sanatın bugün bölgede yaşanan trajediye kayıtsız kalamayacağı vurgusu yapıldı.

Suriye’den katılan şair, yazar ve çevirmen Osama Esber, Suriye şiirinin 2000 yıllık bir geçmişi olduğunu, Arap şiirinin bütün ortak özelliklerini taşımakla birlikte farklı ve özgün yanlar barındırdığını ifade etti. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, ulusal kurtuluş hareketlerinden etkilenen Suriye edebiyatında bugün yenilikçi bir akımın geliştiğini söyleyen Esber, genç şairler arasında günlük yaşamdaki detaylara inen bir yönelimin olduğunu ama bunun biraz eleştiriden yoksun olduğunu belirtti. İran edebiyatından örnekler veren İranlı edebiyatçı Muhammad Ali Ulumi de İranlı şair ve yazarların yavaş yavaş geleneksel kalıplarından kurtularak, insanların ve toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenmeye başladığını dile getirdi.

Küreselleşme ve postmodernizmin edebiyat ve kültür alanında yarattığı tahribatlar üzerine konuşan Burhan Günel ise, “Emperyalizmin kültür düşmanlığının en çarpıcı kanıtı Irak’ta ilk yağmalanan yerin Bağdat Müzesi olmasıdır” dedi. Türkiye’deki postmodernlerin yıllar önce Avrupa’ya götürülerek haftalarca gezdirilip eğitildiklerini, döndükten sonra da ‘işte bizim postmodernlerimiz’ diye karşılandıklarını söyleyen Günel, “emperyalizm denilen vahşi canavara karşı her şeyimizle karşı koymalıyız. Bu en başta biz aydınların, yazarların sorumluluğudur. Ben bugün burada İran ve Suriye edebiyatı hakkında birçok şeyi ilk kez öğrendim. Buradaki yazarları ilk kez tanıdım. Bu benim eksikliğimdir. Ama bu bir adım olmalı ve halklar arasında güçlü bir birliğin olabilmesi için bu çaba devam etmelidir” şeklinde konuştu. Oturumları Gaziantepli gazeteci yazar Ali Atalar’ın yönettiği etkinlikte, Suriye’den Nazım Mhenna, İran’dan Aghar Delbary Poor ve Gaziantepli yazarlar Fevzi Günenç, Mustafa Aslan, Tamer Abuşoğlu ve Behiye Köksel de birer sunum yaptılar.

Yapılan sunumların ardından kaleme alınan sonuç bildirgesinde, acılar, sevinçler, dostluk, barış ve insanlığın yaşadığı trajedilerin sanatın ve edebiyatın ilgi alanında olduğuna dikkat çekilerek, “Etkinlikte yer alan İranlı, Suriyeli ve Türkiyeli yazarlar bir yandan çağına tanıklık görevlerini yerine getirirken, bir yandan da bölgede yaşanan trajediler karşısında ortak tavır alma ve süreç içerisinde bu tavrı geliştirme girişiminde bulunmuşlardır” denildi. Sonuç bildirgesinde, bu tür çalışmaların tüm bölge halklarını kucaklayarak gelişmesi umudu ve amacı da ifade edildi.



ERTUĞRUL KARAKAYA’NIN ANMASINA KATILAN ANNESİNE DAVA  AÇILDI...

  
1977 yılında ODTÜ'de jandarma tarafından katledilen ODTÜ-ÖTK sözcüsü Ertuğrul Karakaya’nın bu yıl gerçekleştirilen anmasına katılan annesine dava açıldı. Atılım gazetesinin haberine göre Ertuğrul Karakaya’nın ölüm yıldönümünde Manisa Salihli’de yapılan anma etkinliğine katılanlar hakkında dava açıldı. Salihli Savcısı Seyfullah Öselmiş tarafından “slogan atma suretiyle suçu ve suçluyu övme” gerekçesiyle açılan davada Karakaya’nın annesi, kardeşi, yeğenleri ve 16 kişi yargılanacak. Davanın ilk duruşması 9 Mart 2007’de Salihli Sulh Ceza Mahkemesi'nde gerçekleşecek. Görme engelli Ayşe Karakaya 8 Haziranda oğlunun mezarı başında yapılan anma etkinliğine katılmış oğlunun cenazesinde yaşadıklarını anlatmıştı.  

Ertuğrul Karakaya, ODTÜ-ÖTK üyesiydi. ODTÜ’de 9 ay süren boykotun örgütçülerindendi. 8 Haziran günü daha sonra “Karakaya Kapısı” olarak anılacak olan kampüsün a-1 girişinde jandarma tarafından önce kurşunlandı, ardından da süngülendi. Yaralı halde bekletilerek onu almaya gelen ambulansın geri çevrilmesinin ardından hayatını kaybetti. Ölümün ardından Gülten Akın, daha sonra bestelenecek olan “Ertuğrula Ağıt” ı yazdı:  "Gökte bulut yan yan gider / Yaralarından kan gider / Töresi batası dünya / Kahpe kalır sahan gider // Ortadoğu'nun dumanı / Jandarma bilmez amanı / Ertuğrul'a dügün ettik / Ot biçim orak zamanı .................."



YKY’NİN NÂZIM HİKMET ŞİİRLERİ ÜSTÜNE TEPKİLER BÜYÜYEREK SÜRÜYOR:


Gaziantep Ayışığı Sanat Merkezi  YKY’yi Protesto Etti...

Bütün haklarını sokaklarda, mücadele ederek kazanmış olan işçi sınıfı için sanatına, sanatçısına, kendisine yazılmış olan şiirlere sahip çıkmanın yolu da yine aynı yöntemlerden geçiyor. Bu yöndeki eylemlerden biri de 4 Şubat Pazar günü Antep’te yapıldı. Antep Ayışığı Sanat Merkezi, Yeşilsu Parkı’nda yaptığı şiir dinletisi ve basın açıklaması ile Nazım Hikmet’in eserlerinin, gerçek sahibi olan işçi ve emekçilerden uzaklaştırılmasını protesto etti. Basın açıklamasında sermaye sınıfının baskı ve saldırılarının işçi sınıfının sanatçılarına, kurumlarına ve aydınlara yöneldiğine ve arttığına, bu saldırıların bir uzantısı olarak da Nazım Hikmet, Orhan Veli Kanık, Edip Cansever gibi sanatçıların eserlerinin yayımının Yapı Kredi Yayınlarının tekeline alındığına değinilerek işçi ve emekçilere Nazım’ın dizeleriyle seslenildi: "Gelin kızıl tank taburları gibi. / Dağları düzleyerek gelin. / Kömür, benzin, gaz kokusu yansın nefesinizde. / Mavi işbaşı gömleklerinizi giyerek gelin."

“Eğer niyetiniz yine Nazım Hikmet’i kilitlemekse taş duvarların ardına, nasıl susturacaksınız bunca insanı? İşçilerin çelik bakışlarını nasıl kıracaksınız, paranızla satın alabilecek misiniz insan yüreğini, insan beynini? Halkın denizini hangi ateşle yakabileceksiniz? Nazım Hikmet sizin tekelinizde değil. O parayla satın alınmayacak kadar kendisini sınıfına, mücadelesine adamış yürekli bir şairdir. Hangi perde kapatabilir güneşin ışığını? Tüccarlar size satmış olabilir telif hakkını, fakat işçi sınıfının şairinin şiirleri işçi sınıfınındır.” Denilen basın açıklaması Ayışığı Sanat Merkezi şiir grubunun Nazım Hikmet şiirlerinden oluşan bir dinletisiyle devam etti. Nazım Hikmet’in şiirlerinin işçi ve emekçilerden niçin uzak tutulmaya çalışıldığının anlatıldığı bildirilerin çevrede toplanan insanlara dağıtılmasından sonra etkinlik sona erdi.


    ZENGİNLER KİRLETİYOR KLİMANJARO'NUN KARLARI ERİYOR

                                       
Klimanjaro’nun Ernest Hemingway’in romanlarına konu olan karları, 22’nci yüzyılı göremeyecek. Kenya Dağı eteklerindeki Naro Moru Köyü sakinleri, her yıl zirve karlarının erimesine tanık oluyor. Sıcak güneşin yıl boyu ısıttığı buzullar, yıllarca tutundukları kayaları terk etmek zorunda kalıyor, çünkü insan eliyle endüstriyel olarak dengesi bozulan iklim, artık geçmişte olduğundan daha sıcak. Köylüler, Associated Press muhabirine; dağlarda buzul erimesine bağlı olarak ufak şelaleler oluştuğunu ve bunların sesinin vadileri çınlattığını belirtiyor.

Küresel ısınma, sadece dünya nüfusunu değil yeryüzünün tüm bitki ve hayvanlarını ve jeolojik düzenini de tehdit ediyor. Birleşmiş Milletler’in iklim değişikliği konusunda yayımladığı bir rapor, küresel ısınmaya karşı harcanan çabalara karşın, sera gazlarının salınımının yükselişe geçtiğini ortaya koydu. Rapora göre sera gazı salınımının en hızlı arttığı ülke ise Türkiye. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Sekretaryası’nın yayımladığı raporun sonucu, dünyanın geleceği açısından korkutucu: Gelişmiş ülkelerin sera gazı salınımı, azalmak bir yana artıyor.  

Küresel ısınma, sadece dünya nüfusunu değil yeryüzünün tüm bitki ve hayvanlarını ve jeolojik düzenini de tehdit ediyor.  Birleşmiş Milletler Biyoçeşitlilik Konvansiyonu’na göre dünya, dinozorların soyunun tükenmesinden bu yana en büyük tehlike ile karşı karşıya. Bilim insanları, küresel ısınmanın etkilerinin yeryüzünde, meteor çarpmasından bile daha büyük bir etki yaratacağını belirtiyor ve uyarıyor; dünya, tarihinin en hızlı yok oluşuna doğru sürükleniyor. Dünya, son 500 yılda 844 bitki ve hayvan türünü kaybetti. Bu kayıpların kimi çevre kirliliği ve canlıların doğal ortamlarının insanlar tarafından yok edilmesi, kimisi de etkilerini son 30 yılda daha çok hissettirmeye başlayan küresel ısınma yüzünden yaşandı.  Ancak küresel ısınmanın olumsuz etkileri giderek daha büyük bir hızla kendini göstermeye başladı. Araştırmalar bu nedenle, hem karada hem de suda yaşayabilen anfibik canlıların üçte birinin, memelilerin de yaklaşık dörtte birinin tehdit altında olduğunu gösteriyor.



UĞUR KAYMAZ DAVASINDA POLİSLERİN TUTUKLUNMA TALEBİ REDDEDİLDİ


7 Şubat günü Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Uğur Kaymaz davasında, sanık polislerin tutuklanması talebi reddedilirken, duruşma ileri bir tarihe ertelendi. Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 21 Kasım 2004 tarihinde güvenlik güçleri tarafından düzenlenen operasyonda 13 kurşunla öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası Ahmet Kaymaz’ın öldürülmesine ilişkin operasyonda yer alan 4 güvenlik görevlisi hakkında açılan davanın 9. duruşması Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.

Duruşmada müdahil avukatlar adına söz alan Erdal Kuzu, yargılama sürecinin başından itibaren, olayda ölen iki insanın yaşam hakkının ihlal edildiğini anlattıklarını belirtti. Müdahil avukatlardan Kemal Aytaç ise Adalet Bakanlığı’nın soruşturma yazısıyla davaya müdahil avukatların isim listesinin istenmesinin yargı bağımsızlığına gölge düşürdüğünü belirterek, şöyle devam etti: “Bakanlık ne yapacak isimlerimizi? Sicil defteri mi tutacak? Adalet Bakanlığı’nın bu listeyi istemesini bir nebze olsun anlarız, ancak bağımsız yargıyı temsil eden hakimlerin bu isteği karşılaması esef vericidir. Mahkeme bu konuda herhangi bir şey yapmazsa girişimde bulunmayı düşünüyoruz. 20 yıllık avukatım ilk kez böyle bir istekle karşılaştım.” Müdahil avukat Nurettin Yılmaz da kanunların ve adaletin kamu vicdanını rahatlatmak için var olduğunu belirterek, “Bu olayda başka benzer olaylarda olduğu gibi bazı kişiler görev ve sorumluluklarını aşmışlardır” diye konuştu.  Sanık avukatları ise daha önceki mahkemelerde de tekrarladıkları Kaymazların sivil insanlar olmadığı iddiasını tekrarladı.  Sanıkların tutuklu yargılanma talebinin reddine karar veren mahkeme heyeti, duruşmayı 14 Mart’a 2007’ye erteledi.



GAZETECİ SİNAN KARA BATMAN'DA TUTUKLANDI... 

Daha önce "kaymakama iki adet gazete göndermediği" ve "Mert Çiller'in korumalarını tehdit ettiği" iddialarıyla iki kez hapse giren gazeteci Sinan Kara, Datça'da verilen bir hapis cezası nedeniyle Batman'da  7 Şubat’ta geceyarısı gözaltına alınarak hapse gönderildi.

Batman kenti ve çevresini tanıtan bir kitap hazırlığı için bir grupla birlikte bu kente giden gazeteci Sinan Kara, "Datça Haber" gazetesi sahibiyken verilen hapis cezasını çekmesi için gözaltına alınarak tutuklandı.  İnsan Hakları Derneği (İHD) Batman Şube Başkanı Saadet Becerikli, Bianet'e, hakkında 146 günlük hapis cezası bulunduğu bildirilen Kara'nın Batman Cezaevi'ne gönderildiğini ifade etti.



HASAN HÜSEYİN, 22. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE 
HÂLÂ CAPCANLI BELLEKLERDE!..

Edebiyatımızda 1940 kuşağı sonrası sosyalist gerçekçi edebiyatımızın ilk önemli ve gür seslerinden olan Hasan Hüseyin Korkmazgil, 26 Şubat 1984’te aramızdan ayrılmıştı. Ama çağımızın dayattığı ve pompaladığı bütün ezilmişlik,  bütün tükenmişlik, bütün siniklik, bütün döneklik bombardımanlarına karşın hâlâ onun şiirleri, dağlardan okyanuslara, kırlardan kentlere bir çağlayan gibi gürlemekte, yankılanmakta.....  

Hasan Hüseyin  1927'de Gürün'de doğdu. Adana Erkek Lisesi'ni, Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nde bitirdi (1950). Öğretmenliğinin ilk yılında TCK'nın 142. maddesine aykırı eylemlerden dolayı tutuklandı. Bu nedenle mesleğinden ayrılarak arzuhalcilik, tabela ressamlığı, düzelticilik yaptı. Uzun yıllar Akis dergisinde çalıştı. Taş, Karikatür, Yön, Akbaba dergilerinde Hüseyin Korkmazgil adıyla gülmece öyküleri yazdı. Forum dergisini çıkardı (1968-1970). 26 Şubat 1984'te Ankara'da aramızdan ayrıldı.  

Hasan Hüseyin,  1940 kuşağı ile 1960 kuşağı arasında şiir yazmaya, yayınlamaya başlar. Ama  o dönemin parlak akımı 2.Yeniye bulaşmaz. Buna karşın 2. Yeniyle gelen dilin kullanım özgürlüğünü, anlamın akışını daraltmadan işler... Şiirleri çok sesli bir koronun haykırışı gibidir.  Şiirlerindeki bu nitelikler, onu çağdaş ve daha eskilerin içinde öne sürükler...  Bir dönem, Nâzımdan sonra en fazla  satılan şiir kitapları onun kitaplarıdır......Kitapları toplatılır, Şair, zindanlarda kelepçelerinin karasında ak güvercinler gibi şiirler yazmaya devam eder.  Edebiyatımız bugün de çelik mengeneye alan fildişi kule baronları önce onu görmezden gelirler... Ama bakarlar ki, bir sel gibi önüne dikilen burjuva eleştirmenlerin bentlerini yara yara geliyor... O zaman yarı buçuk Hasan Hüseyin’i kaale alma zorunluluğu duyarlar....  Artık kendileri eleştirmeye çekinirler.. Ama  yanlarına çekerek özlerini boşalttıkları fildişi kule  solcularına eleştiri yazdırırlar Hasan Hüseyin için.  Arif Damar 1940’ların Arif Barikat’ı  surların içine kurulduktan sonra Hasan Hüseyin’i “popülist”  diye küçümsemeye durur. Onu başkaları da izleme çabasına girse de sesleri sur içinde tıkanıverir....   

Bugün de Hasan Hüseyin’in şiirlerine dudak bükenler onun ölümü üzerinde geçen bunca zamana karşın şiirlerinin gençliğinden hiçbir şey yitirmeyişi karşısında  şaşalamaktan başka bir şey yapamıyorlar.  Onun şiirleri dünyanın bütün nehirlerinde “kızılırmak kızılırmak” akmayı sürdürüyor.

               
EMEĞİN SANATI GRUBU KATILIMCILARINDAN ŞAİR VE YAZAR 
İRFAN SARİ’NİN  İLK KİTABI ÇIKTI...
İrfan Sari, yıllardır, Yüksekova’dan yüreğini havalandıran duygularını şiire, öyküye dökmekte... Bazen bir yerel yayın organından, bazen İnternet sitelerinden yükselttiği sesiyle yöresinin renk ve kokularını, toplumsal dokularını  yerelden evrensele uzayan toplumcu bir kimlikle nakış nakış şiire ve öyküye dönüştürüyor. Bu şiir ve öyküleri içeren ilk kitabı çıktı İrfan Sari’nin: “KAR SUYUN SIRTINDA”
Kitap “şiirler” ve öyküler” olarak iki bölümden oluşmaktadır.  Şiirlerinde coğrafi bir dilin ve duyarlığın derinliğinde bireyden toplumsala uzanan  bireysel ve toplumsal duyarlıkları iç içe alan bir yapı görülmektedir.  Şairin öykülerinde de  Yüksekova ve çevresinin  sesi, kokusudur yansıyan. Kimi zaman  bir sevda, kimi zaman acı bir kayıp, kimi zaman bir jandarma dayağı,  kimi zaman bir umuttur bu öykülerde dile getirilen.
İrfan Sari’nin şiirleri içten ve naiftir. Oramar’ın  renk renk çiçekli, sarp kayalı , doğası gibidir. İrfan Sari,  Yüksekova, Urmiye, Diyarbakır zindanları, Ankara ve Edirne’de yaşamın  izini  sürerken yöresel renkleri, zenginlikleri, dertleri ve sorunları ince, naif bir çizgiyle üstlerini kapatmadan yansıtıyor duygular dünyamıza.  Özellikle duyusal çağrışımları yerinde ve abartısız kullanarak, ilgi ve dikkatimizi sınamaksızın ama şiirin isterlerini de dikkate almaya çalışarak duyarlıklarımıza yaslanıyor. Biçemindeki içtenlik,  anlatımındaki duruluğu, konuların özgünlüğü ile okunması gereken bir kitap "Kar Suyun Sırtında"...  Gözden de gönülden de ırak tutulmuş bir bölgeden, denize 700 fit, denizden 1000 km uzaktan 2000 metre yüksekten  gelen  bir berfîn, bir kardelen,   “KAR SUYUN SIRTINDA”. 
NOT: E-Dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler.  Ayrıca grubumuza üye olarak, grup adresi yoluyla da bizlerle ilişki kurabilirsiniz: http://gruplar.antoloji.com/emegin-sanati Google Grup E-Posta Adresi: emegin_sanati@googlegroups.com Facebook Grup Adresi: http://www.facebook.com/album.php?aid=9847&id=100000398597738&saved#!/group.php?gid=25084311107 Twitter Adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati  Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati

İRFAN SARİ: Yalnızdım Ve Geceydi




        YALNIZDIM VE GECEYDİ 



                                                                                        

Yalnız bir geceydi benim için. Düşününce beton evin etrafını saran kar, yıllar öncesinden bir konuk getirdi yalnızlığıma. Korku düştü sonra olur olmaz… Dizlerim bu kadar çaresiz kalmamıştı hiç. Klavyeye parmaklarım basmıyordu. Soytarı bir ses ikide bir cama çarpıp yüreğimi yerinden ediyordu. Nereye dönsem, bedenimden çıkan sesler korkumu tetikliyordu. Dışarı çıksam belki bağıracaktım!... belki de göğsüme kadar kara gömülecektim. Kar soğuktu ve yalnızlık korkuyu deşiyordu. Dedim ya dizlerim takatsiz.  

İçeride çırılçıplak ve yalnız. İyi olunur mu? Korku!... duvarları üstünüze salıyor tıpkı bir köpek gibi. Olmadık hayvanlar türüyo… her birinin kaç kafası, kaç kolu- kanadı var… ya bacakları giderek çoğalıyor. En iyi ihtimal gölgeler sahipsiz dolaşıyor ortalıkta… biraz ötenizde… ancak korkularınıza çok yakın….

Belki gelen konuk silecekti siyah tahtamıza çizilen tebeşir izlerini…

Fırtına dün geceden beri devam ediyordu. Kar bu yıl yine çok yağmıştı. Saçak diplerinde kanatlarıyla bedenlerini ısıtan serçelerin kasıklarına kadar uğulduyordu rüzgar. Ve toprak evlerin damlarını saran karı ufalaya ufalaya öğüten rüzgâr bacalara teğet sırtlar yapmıştı. Dili yok… aklı yok bu rüzgârın sanattan anlayan ruhunu ararken gündüz görünmüştü. Nebi attardı yolları ne zaman köylere kesse kar, rüzgâr dans etmeye başlardı. Ölüm dansıydı bu.  

Sabah uyanır uyanmaz pencereden dışarıyı seyretti. Gök bembeyazdı, bizim buralarda bu gün tipine "sipiro" derlerdi. Gözleriniz nereye baksa beyaz olurdu. Beyaz meleklerin elbisesiydi onu biliyordu.  

Çocuklara kışın balonlu sakız, şeker(emece); kızlara ve delikanlılara ayna ve tarak, sürme; analara kına, babalara el feneri, pil lazım olurdu. En kârlı ürünlerdi bunlar. Bunları satacak karşılığında demir kuruşlar ve liralar kazanacaktı. Bu birikimlerini toplayıp tüccar olacaktı. Aklına koyduğu bu hayal onu fırtınanın dansına sürdü.  

Garibim annesi dese de oğul bu havalar pek tekin değil… O aklına koyduğu hayali rüzgârın dansıyla buluşturacaktı. Sonra, bu dağları yaran yolları avucunun içi gibi bilirdi. Kar kapatsa da gözleri ezberlemişti.  

Delikanlılık çağıydı. Şimdi yola çıksa akşama iki köyü dolaşır pazarını yapar, belki de düşlerine gizli gizli giren yabancıyı bulurdu. Hediklerini ve attariyesini sırtladı yokuşun dibine doğru giden ayak izinden inmeye başladı. Rüzgar, dün geceden artan kar kristallerini hafifçe savuruyordu etrafa. Doğuya doğru yönelince annesi tepedeki evinden onu gözlüyordu.  

Yüreği evladına uzandı. Bir türlü yakalamadı onu. duysa da geri gelmeyeceğini bilmesine karşın. Seslendi üç kez. "Nebiii… Nebiii… Nebiii…" gözlerinden ıraklaşıncaya dek bakındı. İçine düşen hüzünle iki gözlü evin tahta kapısını ilk kez rüzgar hızıyla itti. Teneke sobanın yanında ki mindere oturdu. Sobanın bir yanı tezek yanığıyla kırmızılaşmıştı. Yüreği avucunda olsa belki bir yanı kızıllaşmıştır diye geçirdi içinden.  

Nebi ise uzun yolculuğunu neredeyse bitirmek üzereyken fırtınanın verdiği yorgunlukla susamış olacak ki, hem su içmek, hem de dinlenmek üzere yol kıyısındaki kaynağa gitmiş. Fırtına onu yalnız yakalamış ve oracıkta boğmuştu. Korkmadığı yalnızlık, onu fırtınaya teslim ettikten sonra ayrılmıştı oralardan.  

Bir kaç gün sonra köylüler onu bulduklarında yalnız bir eli görünüyormuş. Fırtına onu boğduktan sonra iyicene örtmüştü diyordu köyün muhtarı savcıya.  

Annesine haber ulaşınca kızılca kıyametler sarmıştı şehri… Mahallenin bütün çocukları annenin çığlıklarına doğru koşarken, Nebi'nin attariyeleri zabıtlardan geçip gelmişti ellerine. Köylerin kızları ve delikanlıları taraksız ve aynasız kalmıştı o yıl.  

İşte onca yıldan sonra, yalnızlığıma ve korkularıma inat yattığı yerden çıkıp gelmişti geceme. Az önceye kadar cirit atan korkularım ve yalnızlığım Nebi'nin gelişine ne çok sevinmişti. 



İRFAN SARİ


ADNAN DURMAZ: Şehrin Köpekleri




ŞEHRİN KÖPEKLERİ 



RESİM: RENE MAİGRETTE

Şehrin köpekleri gece lambalarının yanında hırlaşıyordu
Uluyan yalnızlıklar siyiyordu ahraz kaldırımlara
Bir şair tütüyordu atılmış bir izmarit gibi gecenin kör noktasında
Ateşi kızarıyordu
Kimse dönüp almazdı geri
Dumanlı bir şeyler yazıyordu karanlığa
Şehrin köpekleri yalnızlığa ürüyordu
Bir militan hücresinde parmakları beş dal ateş
köz tükürüyordu  

Saltanatın beşinci odasında suçluluk duyguları
Bütün aynalarda sana bakıyordu
Kısrak salınışlı bir eda mavileşmiş saçlarında
Sevgisiz öpüşlerden kanlı dudaklar
Aşkı terk edişinin kaçıncı yılındaydın
Gözlerinde kişneyen yapay yıldızlar
Ellerine baktın senin değildi
Kalçanda kösnül gecelerin küskünlüğü
Bütün aynalarda aşk ağrıyordu
Şehrin köpekleri kalbini dalıyordu  

Bozkır kokularını bıraktın düşlerinin kanını silerek
Tıpkı regl kanı gibi bıraktın yol kıyısına
Üstüne sıçanlar siydi kendini kanırttın
Aşkı kanırttın kerpiç damların duvarları nasıl kokar yağmurlarda
Baharda çiçek açar mı toprak damlarda
Sevdanı bıraktın sınırsız ıssızlarda sahipsiz bir yitik gibi
Bilmedin gaz lambalı evlerin akşam yemeklerini
Geceleri toprakları mühürlenen köylerde
Terli yorgun ve asi hüznü bıraktın
Burada kaldın işte altın saraylarda debdebeli gecelerde
Riya cennetlerinde bir yaşamak seçtin  

Geriye dönüp onarılmaz sevdası kırılmış camlar
Mahcupsun sen
Payandasız yüreğini dilenci çanağı yap kaldırımlarda
Çünkü ne varsa sattın sana ait
İhanet ettin aşkta  

Bu şehir senin için ;
yalnızlıktan uluyan aç bir köpektir artık 



ADNAN DURMAZ

RALPH RASKE: Şair de Bir İnsandır Sadece





ŞAİR DE BİR İNSANDIR SADECE 





  


Brunhilde servis yapıyor yemekli vagonda
ve başı neredeyse dayanıyor tavana
dağlar ak yazma taşıyor başlarında
şair de bir insandır sadece
içiyorum açık renkli arpa mayalı biramı
Freiburg’dan önce
yarıyarıya korkak
kıtık doldurulmuş baş yaslamalı
koltuğumda
acemice ayrılmalarda
bakıyorum Brunhilde’ye yukarı
“ama menuniyetle” diyor
kahverengi tarlalar
ruhum gibi kahve rengi
şairler de eksik
bütün diğer insanlardan
kara mürekkebe batırılmış hayatları
dünyadan sayılmamışlar
ben acizce içiyorum biramı
adı umut zamansız kuş kanatları ruhunun
duruyor tren
Freiburg’dayım ben
geçiyorum sadece
hiç burada olmadım oysa
hiç orada olmadım
raylarda mevcut özgürlük
yolculuklarım orta derece
sezgiler açık mavi
yıldızlardan
dostlarımdan
topraktan
benden
şair de bir insandır sadece
çatal bıçak kullanır o da yemekte
kelimeler tükürür
bağışla sevgilim
öpüşlerim ihanetti
haraket ediyor tren
bizimle ve bizsiz
geçiyor önünden çirkin güzel kırışık yüzlerin
geçiyor önünden
kara mürekkepten daha çok şey söyleyen renklerin
çatılar, çatılar
sevmiştim seni de
şair de bir insandır sadece
Tanrı, yardımcım ol  


RALPH RASKE

ÇEVİREN: MERAL VURGUN 


MUSTAFA KARADEMİR: Çirkin Elmanın Şiiri





ÇİRKİN ELMANIN ŞİİRİ 





I.BÖLÜM

Kıt Kanaat Yaşamak  

“Güzel şiir kusurdan çıkar”(1) kıt kanaat yaşamaktan
Sevda denilen şey azı paylaşmaktır bir bakıma
Tıpkı sonbaharı tıpkı yoksulluğu ve geceleri paylaşmak
Meyveye tat veren suyu ısıtan tohumu çağıran güneş gibi
Hoyrat söylenir toprak damların diplerine çöküp
Ve kadın düşlenir /dalında utanır elma, nar çoğalır
Çirkin elmanın şiirini yazmaya durmuş dişi bir şair
Yalnızlığını alıp gel sevdiğim /türkülerini gecelerini
Aramıza katılsın en olmadık haliyle bütün şiirler
Bir kusur bulunsun sözünde bir çiçek takılsın yakana
Hiç bilmediğimiz çiçekleri büyütmeli/dağlara verip yüzünü
Deniz ile kayığın sevdalarını örnek almalıyız belki de
Bilmiyorum? Ne yapar ne ederim yalnızlığın olmasa
Saçlarını vermeliyiz rüzgâra türkülere dillerini ve gülüşünü  


II. BÖLÜM

Kırmızının Aşk Mektubu  

Ve halada bilmiyorum ne yaparım senin yalnızlığın olmasa
Şairlik ederim belki/belki de çanak çömlek işine girerim
El işi ağaç bebekler yaparım kimsesiz kız çocuklarına
Yağmurlu bir günde elim sende oynarız... Isınır/sızılarımız
Kırmızının aşk mektubunu taşırız/güpegündüz
Bir çiçeğin yüzündeki ıslaklığa yorarız en ince duygularımızı
Yangın yerinden dönen karanfillerin yüzlerinde yaşanır yaşam
Daralır da yüreğiniz elinizden bir şeyler gelmez…
Sokaklar susmuş evlerin renkleri solmuş akşam yalnız
Ve hala bilmiyorum ne yaparım senin yalnızlığın olmasa
Ozanların yolunu bekliyor türküler
Ellerimiz(2) kırmızı, ellerimiz gökyüzü ve bulutlar arasında
Böğürtlen lekesi ellerimiz diken yarası 



MUSTAFA KARADEMİR


__________________________
(1) :Tuğrul Tanyol’a ait bir söz.
(2) :Şiirde; yad eller,gurbet eller anlamında kullanılmıştır. 




HAMZA İNCE: Ertelenmiş Umuttaki Aydınlığa




ERTELENMİŞ UMUTTAKİ AYDINLIĞA




RESİM: ADNAN DURMAZ


Ayrılığın bitişinde başlayacak zaman,
Güneşin gözlerinde.
Bazan deniz bazan dağ başında,
Olsada duman yaratan ayrılık,
Gözlerimi taşır güneşin gözlerine.  

Sırtımı kambur hamala çeviren,
Aklara çevirgen bir umuttur.
Tükenmez baharı taşır,
Kanlı savaş çığıtkanları,
Barış türkülerini ateşe verselerde.  

Bir başıma yaşayıp giderken,
Sevdam bir geyşanın gözlerinde bileyli.
Yitirdiğim ayrılığın koruyla,
Öpüşmelerin sıcaklığını dudaklarımla sunar,
En çılgınca kör karanlıktan bıkmışlığım. 




 HAMZA İNCE

AYDAN YALÇIN: Eğleme Beni





EĞLEME BENİ  






hızla büyüyen isyan ateşlerindeysem
bir gerilla olur, çıkar dağlara düşlerim
ezik yürek çığlıklarında
yeniden dağlanır yaram
ince ince kanarım 

acı büyüse de kalbimde
ölüm kesse de bileklerimi
ferhat olur,
delerim dağlarını umutsuzluğun 

ay düştüğünde zindanlarıma
sökerim sessizliğimi karanlıklardan
kardeş sofralarında çoğaltırım kendimi
ve kırarım prangasını çaresizliğin 

eğleme beni !
gidilecek çok yolum var
ve daha yapılacak eylemim 

haydi yüreğim !
nevruz ateşleri yakmaya git dağlara...




AYDAN YALÇIN






MEHMET HALİL: Ben Marka Alırım




BEN MARKA ALIRIM




İLLÜSTRASYON: GÜRBÜZ DOĞAN EKŞİOĞLU


Bir dereden geçerken suda ucu görülen bir taşa basarak karşıya atlayabilirsin. Taşı suda oynarken görürsün, oynar. Ne kadar hızlı davranırsan, o kadar başarılı olur karşıya geçmeniz. Biraz oyalanırsanız taş yuvarlanır, suya düşersiniz. Hızlı bir geçiş köprüsüdür bu. Su üstünde kayak yaparsınız, dalgaların üstünde oynarsınız. Ne kadar hızlı ise hareketleriniz, o kadar rahat kayarsınız. Hızınız azaldıkça batarsınız suya. 60-80 -100 kilo da olsanız, hızınız oranında yatay olarak, su üstünde kaydırır sizi ağırlığınız. Su size yol olur. Bütün bu hareketleri yapabilmeniz için, çalışmanız gerekir, vücudunuz bunlara alışmalı, düşünceleriniz hareketlere konsantre olmalı, tecrübe kazanmalısınız. Yani, bunlar da emek ister.

Bir araçla hızlı giderken, yüksekten aşağıya, hızlı inişlerde, bir boşluk doğar içinizde, uçuyor gibi olursunuz, hem korkar, hem bir anlık da olsa, uçma duygusunu yaşarsınız. mutluluk verir size. Mızrap vurulmuş sazın teli gibi, titrer içiniz. Uyanır bütün duygularınız. Bundan sonsuz bir mutluluk duyarsınız. Pahalı zevklerdir bunlar, bu zevkleri tadabilmek için, çok ve boş zaman ister. Bir ömür ister. Buna sahip olanlar bu zevkleri tadabilirler. Kim istemez bu imkanlara sahip olmayı… kim tatmak istemez bu zevkleri… Ama çok az kişi ulaşabilir bunlara. Kim dünyayı dolaşmak istemez, kim görmek istemez kanarya adalarını? Ama bütün bunlar zaman ve para ister. Gidemediğimiz yerlerin fotoğrafını görmek isteriz. Görünce az da olsa mutlu oluruz. Hiç görememekten iyidir bu… İşte, marka böyle bir şey…

Lüks hayat yaşamak isteriz. En lüks yaşayanlar modelimiz olur. Ama aynı imkanlara sahip değiliz. Mutsuz oluruz. İşte bu mutsuzluğu, mutluluğa dönüştürmek için pazarlar kurulur. Size, mutluluk pazarlayarak, para kazanmayı hedef edinirler. O mutlu hayatlar, o zengin hayatlar markalaştırılır… size markası satılır. TV'lerdeki shov programları gibi… bir anda parlar, güzel gelir. Biraz düşününce, çam devrilir. Bir avuç mutluların hayatı fotoğraf gibi pazarlanır sizlere. Milyonlar o markaları kullandıkça, kendilerini, o bir avuç mutlular gibi, mutlu hisseder… ama ne kadar? Taşın üstünden atlayıp, karşıya geçinceye kadar. Bir anlık bir mutluluk. İplik aynı, kumaş aynı, dikiş aynı… Ama ödenen para 3-4 katı. Mutluluk satın alırsınız. Alınan malzeme, yanında eşantiyon olur… Bir üründen çok, bir yaşam tarzını satın alırsınız. Yaşam tarzı, bir kara kutuya sığdırılır  bu markada. Aldığınız kalite değil markadır. Belki %10 kalite farkı vardır. Ama verilen para bu kaliteye değil… Fark, ödenen para farkı, %10 değil artık. %200- 300 Manzaralı lüks bir lokantada, aynı yemekleri yediğiniz halde, 3-4 katı yemek parası verdiğiniz gibi… Yani manzara ve ortamdaki diğer zenginlerle aynı havayı teneffüs etmenin fiyatı olur bu fiyat.. 'Her simge, derinlerde hissedilen arzuları karşılar.''Bizim bilinç dışı arzu ve ihtiyaçlarımızı yapılandırmaya çalışan bu simgelerin şirketlerce üretimidir.' Elle tutulmayan hayallerin pazarı, en karlı pazar olur, bu simgelerle…

Kendi ezilmişliğinden utanan insan rol yapmaya başlar. Başka yüzlerle dolaşmaya ihtiyaç duyar.. işte marka bu boşluğu doldurur. Markaya inanın saflığı ile, markayı kullananın kurnazlığı arasındaki uçurum… dağ ile çukur gibidir. Bu yüzden birbirine aşıktırlar. Melankolik insanlar, daha çabuk aşık olurlar. İnsan güneşe baka baka parlar mı? Markayı onaylayan müşteri zamanla o markanın oyuncağı olur. Parayı basanın, sonra paranın oyuncağı olduğu gibi…

Köyümüzde bir Tahir ağa vardı. Tarlası çoktu. Tarlalarını yarıcılar sürer, eker, biçerdi. Hasat sonu yarısını Tahir ağanın ambarına doldururlardı. Tahir ağa her söylediğini yaptırırdı. Haklı veya haksız bağırır aşağılardı yarıcıları. Yarıcılardan birinin oğlu Almanya'ya gitti. 5-6 yıl sonra geldiğinde, ilk işi ağanın tarlasını istemek oldu. Tahir ağa 'sen kim oluyorsun benim yeri alacak lan, sümüklü! '' dedikçe tarlanın fiyatı arttı. Yanında bir başka köylünün tarlası da vardı. O kendi yerini alması için Almanya'lıya yalvardı ama, ı-ıhhhh! .. İlla da 'ağanın yeri olacak' dedi. Sonunda ağanın yerini, öbürünün istediğinden üç katı fazla para ödeyerek aldı. Yarıcı ağadan arsayı değil, yıllarca biriken öfkesini aldı kendi parasıyla… Diğer yarıcılar gözünde büyüdü. Kurtuldu yarıcı olmaktan… Onlarla olan eski yakınlıkları değişti… Alaylı, şakalı, argolu konuşmaların yerini, saygılı, tedirgin, ciddi davranışlar aldı. Bütün marka alanlar gibi… Oysa bir başka zengine satamadı Tahir ağa, öbür tarlalarını, aynı fiyata… Zenginler diğer fakirlerin yerlerini aldı, daha ucuz fiyatlara. Marka giyen de ancak işportadan giyenlerin yanında zengin görünmeye çalışır ama zengin olamaz. Marka bilinçsiz insanların zaaflarını paraya çevirmek için bir tuzaktır. İnsanlardaki ezilmişlik kompleksini kullanırlar.

Cehaletin de en güzel mazereti… çarığa secde edeceğime, çizmeye secde ederim ve çizmeli adam arar kendine… 'aklı' olan da, hiçbir şeye para yatırmıyor çizmeye yatırıyor. Eğer onlar gibi giyiniyorsanız 'bizden' olduğunuzun en önemli karinesini taşıyorsunuz demektir. Bu arada sizin (kafanızın içi) darbeci olmuş, kontur gerillacı olmuş, jitemci ya da işkenceci olmuş, hortumcu, ırkçı, uyuşturucu kaçakçısı, mafya tetikçisi olmuşsunuz önemi yok. Rejimi karanlıktan kurtarmaya sahipsiniz demek. Mantıklı insan gerçeklerin gözünün içine bakmaktan korkmaz… Bu tuzağa düşmezler.

Nihayet en önemli güç, - her şeyi birbirine kaynatan çimento- kişinin kendi düşüncesinden utanmasıdır. Böylesine bir güç bu işte. Hiç kimsenin kafasında kendisinin olan bir düşünce kalmasın istiyorlar. Ayıp sayıyorlar böyle bir şeyi…Başkanım demek, müdürüm demek, güç kaynağı artık. Bütün umutlar ondadır. Ona bağnazca inanılır. Her şey ondan beklenir. Bir kütüphanede, elinden binlerce ciltli kitap geçen biri, onları hiç okumamış olsa bile, bir kitapsever gözünde büyük bir kişidir… Yasalarca yasak olmasa bile bir alt kimlikli, üst kimlikten olan birine sen diye hitap edemez…

Zengin yoksulu döverse doğaldır, haber olmaz da, yoksul zengini döverse yer yerinden oynar. Aynı şey, alt kimlik üst kimlik için de geçerlidir… Bakan memuru döver, olağan karşılanır. Suç sayılmaz. Memur bakana bir tokat atarsa hayatı söner.

Basılı bir davetiye neden önemlidir.. Sözle söylendiği zaman ciddiye alınmaz ama bir davetiye gelince… asla unutulmaz en ciddi iş o olur… Bir başkan karısı olmak, bir müdür karısı olmak, bir subay karısı olmak marka. Kocasının subay rütbesi, öbür kadınlardan üste çıkarıyor onu… Zenginlerle veya ünlülerle evlenmek de bir marka… Hatta evlenmek değil, bir gecelik yatağa girmek marka. Her türlü ahlak kuralları, ünlüler söz konusu olunca rafa kalkıyor. Geleneklerine en fazla bağlı olanlar bile dayanamıyor bu markaya. Her türlü inancın halkı sersemletmek için gerektiğini anlıyorsun. Elinde fazla imkanın yok. Güçlü ve sürekli çıkmıyor sesimiz. Okuyup hak verenler de üç gün sonra unutacaklar bunları.

Görsel ve işitsel araçlar, bangır bangır bağıracak sizlere, bu markaları. Çocuklarınıza laf anlatamayacaksınız. Boyun eğeceksiniz. Markaların gücüne teslim olacaksınız. Suçlu bir iki kişi arayacaksınız. Bulamayacaksınız. İyi araştırırsanız, koca bir sistem çıkacak karşınıza. Öyle ki, sizin gibi insanları öldürmek için bile markalayan. Bir tarafınızı kesip atarken bir tarafınız gururla bakacak, havada hedeflere uçan silahlara…Kaç sorti oldu, diye durup dinlenmeden sayacaksınız. Hangi hedefe gittiği ve hangi parçanızı götürdü, aklınıza bile gelmeyecek. Yeni öğrendiğiniz sorti sözünü tekrarlayacaksınız gururla… Sizin için sanal bir oyun sanki.. Çünkü bilgisayarınızda alıştınız bunlara. Bir gün sizin üstünüze düştüğünde işte o zaman öğreneceksiniz bunun ne demek olduğunu. Ama çok geç kalmış olacaksınız.

Markalanmış bir toplumun markalaşmış hedefleriyiz. Hepimiz marka peşindeyiz.

İnsanlar kendi dilini bile unutuyor. Artık kimse adını sormuyor, 'Nikiniz ne efendim? ' Bu durum karşısında, aptal aptal bakarken dilimizi yutuyoruz. Geldiğiniz yerden, doğup büyüdüğünüz topraklardan utanıyorsunuz. Ama ne olduğunu bilmediğiniz için, ezberlediğiniz, milliyetçilik kültürünü de çeyiz sandığında el değmemiş bir şekilde, saklamaktan ve daraldıkça kullanmaktan gurur duyuyorsunuz. Peşinde koştuğumuz özgürlük, markaların özgürlüğüymüş. Markalar özgürlük olarak satılıyor şimdi…


Hadi, marka alın siz… 




MEHMET HALİL



ASLIHAN TÜYLÜOĞLU: SAKLISU Üzerinden Veysel Çolak Şiirine Bakış







"SAKLISU" ÜZERİNDEN 
VEYSEL ÇOLAK ŞİİRİNE BAKIŞ 








SAKLISU



Alıp gidiyorsun bilinmeyeni; artık
yıldızları çalınmış bir kent mi olur
yoksa,kanatılan bir günün sonrası mı?
Hep biri kalır geride, bir kedi ağlaması
kapılar kapanır dökülür evinin duvarları.  

Sular uyanır, kuşlar kanat vurur şafağa
beklemek birden bire yaşlanır. Sonra
aşk kadar ağır o bırakılma korkusu
yalnızlıklar düşürür, çatlatır gök yüzünü
gelmeyen günler, kırılan el yazması anılar
buruşurken her sabah, seninki bir eşkıya gidişi.  

Dünyaya armağan birkaç ayrılık daha
bu nasıl bir resim, boyaları kırık
renkleri yağmur. Ve ipekten bir yalan
o dağların arkası. Kim kime düğüm
çaresiz durup bakacak olsan, morötesi
bir ölüm, paramparçadır zaman.  

Ne varsa yaşanılan şimdi bir gün batımı
yaşamak, o boğan tortu, bir avuç hüzün.  

Veysel Çolak  

Dize dergisi Mayıs 2006 sayısı 


‘Saklısu’ deyince; Fethiye’de, dağların arasından akan bir suyun kaynağına varmak için incecik bir köprüyle tırmanarak ulaşılan coğrafi bir karşılık geliyor aklıma ilk. ‘Saklısu’ varılması zor ama bir kez vardıktan sonra görünüşüyle insanı büyüleyen bir yer. Şiirin bu coğrafyayla nasıl bir ilişkisi var bilemiyorum ama ana teması ayrılık olan bu şiir de ‘Saklısu’ yaşaması zor bir sevgiyi ve sevgiliyi betimliyor olsa gerek.



Bir ayrılık teması işleniyor dedik. Bu tema şiirin giriş dizeleriyle

‘Alıp gidiyorsun bilinmeyeni; artık
yıldızları çalınmış bir kent mi olur
yoksa,kanatılan bir günün sonrası mı? ’ başlıyor,  

‘çaresiz durup bakacak olsan, morötesi
bir ölüm, paramparçadır zaman.’ Dizeleriyle açıklanıyor biraz da.Son iki dizede

‘Ne varsa yaşanılan şimdi bir gün batımı
yaşamak o boğan tortu, bir avuç hüzün’ günbatımına benzetilerek, ayrılıktan geriye kalan hüzne varılıyor…  

Bu ana temaya ayrılıkla değiştiği sanılan bir dünyanın öğeleri eşlik ediyor.‘bir kedi ağlaması’, kapıların kapanması, evin duvarlarının dökülmesi, boyaları kırık, renkleri yağmur olan bir resim gibi…  

Ayrıca aşağıdaki dizelerle belirginleşen yan temalar; yalnızlık, bekleyiş, geride kalmak, bırakılma korkusu …  

‘Hep biri kalır geride, bir kedi ağlaması’  

‘kapılar kapanır dökülür evinin duvarlar’ı  

‘beklemek birden bire yaşlanır,Sonra

aşk kadar ağır o bırakılma korkusu

yalnızlıklar düşürür, çatlatır gök yüzünü’  

Şiir sevgilinin gidişi ile başlıyor. Bu gidiş bilinmeyene doğru bir gidiştir. Bir gece vakti yaşanan bu ayrılık; geride kalan biri, canı yanmış bir kedinin ağlaması,bir kapının kapanması, duvarların dökülmesi ile resmedilir.  

Sonra sabah olur,beklemek yaşlandırır bir anda ve bırakılma korkusu belki aştan daha ağır gelmeye başlar. Bu el yazması anıların ve sabahın buruşmasıyla açıklanır. Bu gidiş yakıp yıkıcı yanlarıyla ‘bir eşkıya gidişine’ benzetilir.  

Ve günboyu ayrılıktan imkansız bir malzemeyle bir resim çizilir. Ayrılığı hatırlatan dağlar ve dağların arkası ‘morotesi’ne ve aynı zamanda ayrılık da ‘morotesi’ bir ölüme benzemektedir.  

Akşamın oluşuyla bütün anılar günbatımında yiter geride kalan yaşamı boğan bir tortu ve hüzündür.  

Aslında bu ayrılık anlatımı bir gün içinde kurgulanmıştır. Ama şiirin zamanı geniş zamandır. Şair yoğun yaşadığı bir günden yola çıkarak onu geçmişe bu güne ve yarına yaymış bir süreklilik duygusu yaratarak her günün aynı geçtiğini hissettirmiştir. 

Şiir ondokuz dize ve dört bölümden oluşuyor. Dizeler bazen bir başka dizenin içinde başlayıp ötekinde son buluyor. Bu yapı Veysel Çolak’ın şiirlerinde çoğunlukla kullandığı bir yapıdır. Burdaki birinci amaç şiiri şekil olarak aynı uzunluktaki dizelerle kurmak ikinci amaç da dize kırılmalarından çift taraflı anlamlar çıkarmaktır. Aşağıdaki bölümde böyle bir okuma yaparsak: 

‘aşk kadar ağır o bırakılma korkusu
yalnızlıklar düşürür, çatlatır gök yüzünü
gelmeyen günler, kırılan el yazması anılar
buruşurken her sabah, seninki bir eşkıya gidişi’  

Bir ve ikinci dizeler birlikte, üç ve dördüncü dizeler ayrı ayrı ya da birleşik okunabilir. Ya da:   

‘aşk kadar ağır o bırakılma korkusu,yalnızlıklar düşürür
çatlatır gök yüzünü,gelmeyen günler
kırılan el yazması anılar buruşurken her sabah
seninki bir eşkıya gidişi’  

Şeklinde okuma yapılabilir. Bunun gibi birkaç okuma daha yapılabilir aynı dizeler üstünde…Her bir okumanın temayı değiştirmediği ama farklı anlamalara ve çağrışımlara ulaşılabildiği görülür. Bu açıdan Veysel Çolak’ın şiirlerinde bu yöntemin amaca uygun olarak kullanıldığı rastlantısal olmadığı şairin bu anlamlar üzerinde bilinçli olarak seçenek sunduğu sonucuna varılabilir. Bu anlayış şiirin geri kalanında da hakimdir.  

Dizeler açıldığında uzun cümlelerle anlatımın yapıldığı görülür, bazen bileşik bazen sıralı cümleler kurulmuştur.Bu cümle yapılarıyla şiirde ritim aranmıştır.Kısa kısa sıralı cümleler dış dünya ile ilgili betimlemeleri verirken, uzun bileşik cümleler içe yönelik duyguları, soyutlamaları oluşturur.  

Cümle yapısı ve anlam arasında sıkı bağlar kurulmuştur. Örneğin; ‘Sular uyanır, kuşlar kanat vurur şafağa’ bu iki kısa sıralı cümle sabahın hızla gelişini anlatır.sonra gelen ‘ beklemek birden bire yaşlanır’ kısımdaki ‘birden bire’yi de anlam olarak hazırlar aynı zamanda.  

Sözcüklere bakıldığında ağırlık olarak fiillere ve fiilimsilere yer verildiği görülür. Bazı sıfat tamlamaları bile fiil kökenli sözcüklerden oluşmuştur. Bu iki olanak sağlamıştır şiire; şiirde devingen bir yapı oluşmasına, hareket halindeki görsel imgelerden bir video filmine ulaşmaya ve şiirde kullanılan zaman ekleriyle baskın bir ses elde etmeye. Şiir deki baskın ses ‘r’ sesidir. Bu geniş zaman eklerinden ve ‘bir’ kelimesiyle yapılan soyutlamalardan dolayı ağırlık kazanmıştır.  

Söz ve anlam sanatlarına bağdaştırmalardan başlayarak şu örnekleri verebiliriz:  

‘Yıldızları çalınmış bir kent’, ‘boyaları kırık’, ‘renkleri yağmur’, ‘ipekten bir yalan’

‘morötesi bir ölüm’,‘el yazması anılar’  

Şiirde benzetme sanatlarıyla yapılan imgeler şunlardır:  

‘Aşk kadar ağır o bırakılma korkusu’ bırakılma korkusu aşka benzetilmiş benzetme yönü olarak ‘ağır’ oluşları belirtilmiştir.Burada nesnelere ait bir özellik (ağır) soyut kavramlara yüklenerek aynı zamanda mecaz da yapılmıştır.  

‘Ve ipekten bir yalan o dağların arkası’
çaresiz durup bakacak olsan mor ötesi bir ölüm’ 

‘Dağların arkası’ ‘ipekten bir yalana’ benzetilmekte yine devamında ‘morötesi’ sözcüğüyle ‘dağların arkası’ nın değişmece anlamı verilmekte.Aynı zamanda şiirin ana temasındaki ayrılık da ‘morötesi bir ölüme’ benzetilmektedir. Yine morötesi kelimesinin fizikteki anlamını düşünürsek bu kavramda yer alan renklerin insan gözüyle görülmemesi belirleyicidir.Buradan da ayrığın gözle görülmeyen bir ölüme benzetildiğini çıkarabiliriz.   

‘Seninki bir eşkıya gidişi’ burada da sevgilinin gidişi bir eşkıya gidişine benzetilmiştir. Benzetme yönü belirtilmemiş okuyucuya bırakılmıştır.Örneğin bu gidişin kanunlarla belirlenmiş bir yaşantıdan yani bir evlilikten kaçışa (gidişe) benzediği söylenebilir.  

‘Ne varsa yaşanılan şimdi bir gün batımı
yaşamak o boğan tortu, bir avuç hüzün’  

Burada da yaşanan ayrılık günbatımına benzetilmiş ve bu ayrılığın yaşanması ‘boğan bir tortu’ ile ‘bir avuç hüzne’ benzetilmiştir.  

Şiirdeki kapalı eğretilemeleri (meteforları) yani insani özelliklerin nesnelere aktarımını örneklersek;  

‘Kanatılan bir günün sonrası mı? ’, ‘Sular uyanır’, ‘ beklemek birden bile yaşlanır’, ‘gelmeyen günler’, ‘buruşurken her sabah’ …  

Şiirde değişmece ve eğretilemelerle oluşturulan imgelerin, ayrılık teması üzerinde anlam olarak buluştuğu ve bu anlam bağlamında birbiriyle ilişki içinde olduğu yani bir bütünlük oluşturduğu görülmektedir. Bu da şiiri bir imge yığılmasının ötesinde anlam olarak zenginleştiren bir yapıdır. Bunun başarılamadığı birbirinden bağımsız imgelerle kurulmuş şiirleri günümüz de çokça okumaktayız. Bunlarda olmayan bütünlüğün nasıl oluşturulacağına bu şiir bir örnek teşkil etmekte ve bu yanıyla günümüz şiirinin iyi örnekleri arasında yer almaktadır.  

Yine şiirin tamamına dizeci bir anlayış hakim olduğunu söyleyebiliriz.Yani şiir birimi olarak dizeler öncelenmiştir. Bu nedenle her dizede bir veya bir kaç değişmece ve eğretileme kullanılarak imge yoğun bir şiire ulaşılmıştır. Bu imge yoğunluğu şiirin birden fazla okunması ve anlamlandırmasını beklemektedir okurdan. Yani aynı zamanda okuru zorlayan bir şiir var ortada.




ASLIHAN TÜYLÜOĞLU