1 Mart 2007 Perşembe

ADNAN DURMAZ:Akıl Felci




AKIL FELCİ 




                                                                        İLLÜSTRASYON: GÜRBÜZ DOĞAN EKŞİOĞLU


-EMPERYALİZMİN DİL, KÜLTÜR VE SANAT SALDIRILARININ REDDİ-



“Böylece o, yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona başvururlar diye. 'Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir' dediler. 'Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik' dediler. Dediler ki: 'Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahid olsunlar.' Dediler ki: 'Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın? ' 'Hayır' dedi. 'Bu yapmıştır, bu onların büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin" (Enbiya Suresi, 58-67)



Akıl inmesi diyebilirsiniz, akıl felci de demek olası, kapitalizmin günümüzdeki aşamasında kitleler akıl felcine uğramıştır. Aklı felç olan insan robottur, eğer diğer uzuvları sağlamsa.Diğer uzuvları sağlam ama aklı felç geçirmiş kitleler üretmek, Küresel İmparatorluk kurmaya kalkanların planlarının en önemli parçalarından biridir. Beyni çalışmayan insanın dostluk, arkadaşlık, özveri, merhamet, iyilik gibi değerleri olmaz. Güdüleriyle yaşar; kendine özgü, iyi, güzel kavramları olmaz. İyi, güzel kavramları ona ezber ettirilir. Arapça bilmeden, Kur’an’ı ezberleyen bir insan, içeriğine dair hiçbir yorumda bulunamaz.  Tanzimatla başlayan süreçte bize özgü olan güzel kavramı tümüyle ortadan kaldırılmıştır.Kendi “güzel” kavramımızı evrensel bir olgu da yapamadık.Beyni felç geçiren, seçici değildir.Sadece ona, güzel, iyi, moda diye sunulanı seçer. Güzel, televizyonlarda gösterilir kendisine, iyi de öyle, doğru da; o da onlara ulaşmaya yönlendirilir.Yol iz olmayan, doktorsuz ilaçsız köylerdeki yıkık kerpiç evlerin tepesinde uydu antenler, emperyalizmin bayrakları gibi yükselirken, artık bizim hayalimizde var olan Ayşeler Çoban Memetlere aşık olup onun için büyük ve acıklı aşklar yaşamıyor. Onların yakışıklısı, televizyonların pembe dizilerindeki Brezilyalı tiptir, Tarkan’dır veya benzeridir. Erkek çocuklar da kendilerine, pop şarkıcılarını veya amerikan dizilerindeki tipleri model alarak büyüyor. Bir bakıyorsunuz her on sekiz yaşına gelen delikanlının dudak altında az bir kıl veya çenesinde sekiz on tüy. Kitle kendisine sunulanın fotokopisini yapmayı deniyor. 

Güzel kavramı ile genelde sanatın tüm dalları, özelde edebiyat ve şiir çok yakından ilgili. Kendi değerlerimizi bozmaya çalışanlar, yerine emperyalizmin değerlerini koymaya çalışıyorlar. Evrensel olan sanat kavramıyla emperyalizmin sanatını karıştırmayalım burada.  Evrensel olmuş her sanat ürünü, her şiir, resim, müzik, mutlaka aynı zamanda ulusaldır, bir ulusa aittir ve o ulusun sesini, insanlığın sesiyle buluşturmuş bir zenginliktir.

Put tabudur. Tabu anlaşılamaz, açıklanamaz. Putçu anlayışlar, dogmalara sığınır. Dogmalar, kendilerinin varlık sorunsalları hakkında düşünmeyi yasaklamıştır. Tabu anlaşılır olsa, tabu olmaz. İşte bu nedenle, yıkılmak kaçınılmaz olarak yazgısıdır putun;  put olmayan, canlıdır ve yaşamaya devam eder.  Homeros, dogma değildir, çünkü canlıdır, hâlâ okunur, çok önemlidir, yaşamaya devam eder, ölümsüzdür.  Sümerli Ludingirra, Muazzez İlmiye Çığ’ın toprağı karıştıran parmaklarında,binlerce yıl sonra, yüzlerce tablette anlattıklarıyla, yeniden dirilmiş ve konuşmaya başlamıştır.  Gayet net olarak anlaşılabilir.

İkinci Yeni şiiri anlaşılmazlığın şiiridir. Anlaşılmazlığın dayatılması ise akıl felci yaratmaya yöneliktir. “Okur sizi anlamıyor.” diyene, okura küfrederek yanıt verir; zavallıdır İkinci Yeni şairi.(Asım Bezirci, İkinci Yeni Olayı)

Küreselleşme çağının akıl felci yaratma yolundaki sanat silahı post/modernizm, bir bellek silme ve bilinç karıştırma eylemidir. Resim iş öğretmenlerinin, değişik malzemeleri bir kartona yapıştırtarak yaptırttığı çalışmalar gibi; ama alakasız nesneleri bir yere yapıştırmadır postmodernizm. Geçmiş kültür mirasını toptan unutturup, belleğini kazıyarak, aptallaştırdığınız kitlelere sunulmuş övgü dolu anlaşılmazlıktır… Burjuvazinin ve tekellerin satılmış sanatçıları, öncelikle çok iyi bir bilgi birikimiyle yola çıkarak, bu akıl karıştırma işini yaparlar. Gerçek anlamda tutarsızlıklarını, aykırılık olarak lanse eden, giderek, her türlü iletişim aracı yoluyla putlaştırılan canlılardır. Gerçek anlamda içinde yaratıcılık barındırmayan aykırılık, soytarılıktan başka bir şey değildir.

Anlaşılmaz olmak zorundadırlar.defalarca okursunuz ama ya anlayamazsınız, ya da anladığınız şey, reklamlarda göklere çıkartılan ürünle aynı değildir. Durum böyle olunca da siz, gerçekte onu anlayamadığınızı düşünerek, kendi bilgi ve sezgilerinizden kuşkuya düşersiniz:  “İnsanlığın iki bin yıldan fazla olan düşünce tarihi içinde sağlam kalan kazanımlar uzun mücadeleler ve çatışmalar sonucu elde edilmiştir. Bu nedenle, onların korunması kuşaktan kuşağa, çağdan çağa devredilen belli bir sorumluluk anlayışı ile mümkündür. İlerici düşüncelerin, güzel değerlerin ve yararlı bilgilerin yok olması ya da tersyüz edilmesi tehlikesi karşısında, her şeyden önce, böyle bir tehlikenin varlığından haberdar olmak gerekir. Bu, ele aldığım konu açısından, somut olarak «faşizm» denen olguyu yakından tanımak demektir. İkinci olarak, eski kültüre (hümanist kültür birikimine) gerçek anlamda sahip çıkıp onu yanlış yorumlardan uzak tutarak insanlığın hizmetine sunmak güncelliğini kaybetmeyen bir görevdir. Bu görev, engin bir tarih bilgisi ve eleştirici bir kavrayış olmadan yerine getirilemez. Kültür ve sanat ürünleri, ancak gerçek sahiplerinin ellerinde hak ettikleri değerlere kavuşacaklardır” (Tarih Bilinci Ve Edebiyat Bilimi, Sargut Şölçün, Dayanışma Yay, 1982 Ank)

Kendine ait güzel kavramı olmadan, kendine ait sanat kavramı da olamaz. Kendine ait güzel kavramı olmayanın aşkı, kendisine dışardan reçeteyle sunulmuş aşktır.İşte bu nedenle, aşk yok mu sorusuyla yüzleşiyor düş kıtıklığına uğrayan insanlar.Çünkü gerçekten de, pembe dizilerdeki ve çok satan romanlardaki aşk yalandır, sadece insanları uyutmaya yarayan bir illüzyondur. Bu illüzyonun peşinde bir ömür boyu, mutsuzluktan kurtulamayan, kendi değerleri olmayan insanların hayal kırıklıkları yatar.

Ne büyük bir arayış, ağlayış ve kanayıştır; Ahmet Altan’dan Cezmi Ersöz'e Murathan Mungan’dan, Hilmi Yavuz’a, Ferdi Tayfur’dan Orhan Gencebay’a aşk kovalamak, olmayan bir şeyi kovalamak … Onlar da bu kovalamanın farkında olarak sürekli kendi kitlelerinin ruhuna uygun reçeteler üretiyor. Cezmi, Ahmet ve benzerleri kişisel deneyimlerini AŞK diye yutturmaya çalışan birer puttur  Yeni idol diye tanıtılır genellikle bu tipler... İdol, put demektir, putun Fransızcası.

Hiç de garip değil, Hilmi Yavuz, röportajlarında bol bol Aragon vb dünyanın sosyalist gerçekçi ozanlarından alıntılar yapabiliyor. Kendisinin bu anlamda tanımlayabileceği bir duruş noktası olmamasına rağmen. akıl felcine sanatsal katkıda bulunuyorlar.  “Yanlış bilinçlenme.”illüzyon” yaratan unsurlar, kapitalist ilişkiler içinde. günlük hayatta sürekli olarak yeniden üretilir. Egemenliğin sürmesi için insanların toplum ilişkilerinin özünün açığa çıkmaması gerekmektedir.Diyalektik neden sonuç bağlantısı içinde, «şeyleşen» toplumsal ilişkiler, insanların görüngüler peşinde koşmasına neden olur. Bu genel bağlam içinde burjuvazinin kültür mirasını kullanmasına karşı mücadele etmek gerekir. Çünkü: 1- Günümüzde burjuva ideolojisi, kültür mirasını açıklamaya ve geliştirmeye yetmeyecek kadar güçsüzdür. 2- Burjuvazi geniş kitlelerin görüngülerle oyalanmalarını sürdürmek için, kültür mirasını tahrif edecek ve şimdiki zaman için etkisiz duruma getirecek kadar güçlüdür. Bu iki nedenden dolayı, kültür mirası ideolojik mücadelede özel bir önem kazanmıştır, önyargılı ve illüzyona dayanan burjuva ideolojisiyle hesaplaşmaya girilirken, ilk önemli bilgi kaynağı, yine kültür mirasının kendisi olmaktadır. Bu bakımdan, iki yüz yıldır kitlelerde derin kökler salmış yabancılaşmanın etkisiz kılınması ve onlarda sağlıklı bir tarih bilincinin uyandırılması için, söz konusu kaynağı büyük bir titizlikle seçmek ve yaratıcı biçimde kullanmak zorunludur..”(Tarih Bilinci Ve Edebiyat Bilimi, Sargut Şölçün, Dayanışma Yay, Ankara 1982)

Akıl felci, emperyalizmin geçmişinden kopardığı insanlığı, orta yerinde çaresiz bıraktığı bir Arasat’tır, bir savaş alanıdır, kaostur. Neye karşı ve niçin savaştıklarını bilmeyen silâhsız askerlere benzerler. Hatta onlar savaşmıyordur, onlara karşı açılan bir savaş vardır ve bundan haberleri yoktur. 

Kültür mirasını zaman içinde kuşaklara taşıyan en önemli araç dildir. Onlar, dillerinin değiştiğinin ayrımına bile varmazlar. Yerli işbirlikçilerle birlikte emperyalist yamyamlar, dünya halklarının dillerini değiştiriyorlar. “Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin.Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” (2 eylül 1930) Mustafa Kemal’in bu sözleri bu gün de söylendiği gün kadar, hatta çok daha fazlasıyla önemlidir. Küreselleşme imparatorluğu, dünyanın başına çöreklenmiş bir canavar DEMOKRASİ (!) , İNSAN HAKLARI(!) , ÖZGÜRLÜK(!) , REFAH(!) adı verilebilecek kollarının uzandığı her yerde ne varsa paramparça ediyor. İnsanları milyon milyon, yüz bin yüz bin kırması yetmiyor.Ulus bilincini yok etmelidir, çünkü ulusların halkları, bilincini yitirmeden, emperyalizm rahat olamayacaktır.Hiç bir zalim huzurlu olamaz, olamadıkça da bu huzursuzluğunu kanla besler.Beynini felç etmelidir ki dünya halklarının, egemenliğini garantiye alabilsin.

Mustafa Kemal’in dediği, millî his ile dil arasındaki bağı kopartmak zorundadır. Zamanımızda okullarda Türkçe dersinden çok İngilizce okutmayı çağdaşlık uygarlık sayanlar kim, onları iyi tanımak lazım.  Arap kaynaklarının “etrak-ı bi idrak” dediği ulusuz biz. Araplar bize tarih boyunca “etrak-ı bi idrak” diyor, “idraksiz Türk” anlamına geliyor. Burada insanımızı, idraksızlaştırmak için, yedi yaşından başlatarak okullarda yarış atına çeviren anlayış, beyin felci ve belleksizleştirme gibi emperyalist amaçların yandaşları ve yerli memurlarıdır. Üniversiteler yabancı dilde eğitim yapıyor, bu demek oluyor ki, “Türkçe bilim dili olarak gelişmesin.” Liselerde Türkçe’den çok daha fazla saat okutulan zorunlu yabancı dil dersleri sonuçta “cola turca” reklamındaki gibi yarı İngilizce yarı Türkçe bir dili öngörüyor.

Önceden Dallas Kıraathaneleri açılırken, sonradan televizyon haberlerine kadar İngilizce oluyor. Konuşurken argüman diyor politikacılar, art galeri denmeye başlanıyor. Türk Dil Kurumu 1980 sonrası hiçbir şey yapmıyor “mcdonalts”lar yayıldıkça “khebapchi”lar da açılıyor. Yazlık giysisine “seni seviyorum” yazdıran yok ama “I love you”dan geçilmiyor. ihanet medyasının uşaklaşmış yazarları buna çanak tutuyor. Leyla ile Mecnunu, sözümona roman yapan divan edebiyatı profesörü İskender pala, kapağına L&M yazıyor, Leyla ve Mecnun’un baş harflerini İngilizce okumamızı istiyor, okuyunca ELEM oluyor. Garip bir karmaşa.

Hilmi Yavuz, “Edebiyatın globalleşmesi söz konusu mudur? Ve bunun içerisinde, Türk  Edebiyatının yeri nedir?” sorusuna  “Eğer bir globalleşme söz konusu olacaksa, bu globalleşmenin içinde ulusal kimliklerin kesinlikle korunacağı kanısındayım. Yani bu büyük bir mozaik olacaktır. O büyük mozaiğin içinde bir bütünlük olacak, ama her biri kendi rengini, kendi formunu korumak durumunda kalacaktır. Bu çok önemli bir şey. Avrupa medeniyetinin globalleştirdiği insan hakları, sivilleşme, demokrasi gibi kavramlar var. Bunlar kökende Avrupa uygarlığının temel kavramları ve bunlar Fransız İhtilali'nden sonra zaten büyük ölçüde globalleştiler. Ama bugün globalleşme adı altında öne çıkarılmakta olan şey Amerikan kültürüdür. Globalleşen Amerikan kültürüdür. Fast food'tan, giyim kuşamdan, yiyecek adetlerimizden ya da içme adetlerimizden, giyim kuşam adetlerimize, dinlediğimiz müziğe kadar globalleşen, hatta dilimizle birlikte globalleşen aslında Amerikan kültürüdür.” Diyerek yanıt veriyor. Ne diyor bu adam? Globalleşmeyi övüyor mu yeriyor mu; yoksa kafa mı bulandırıyor. (7 Ocak 2001 tarihli Binyıl gazetesinde,Murat Gülsoy’la röportajından)

Edebiyat bir dil sanatıdır ve bu sanatın ustalığına soyunanlar dillerinin bu denli aşağılanmasına hiç ses çıkartmıyorlar, hatta çanak tutuyorlar. Görevleri beyin bulandırmak, bellek kazımak olunca, yapıtları da beş para etmez oluyor. ”Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” sözüne uygun olarak, bilinç yoksulu kitaplar üretip, insanlardan kendilerini idolleştirmesini istiyorlar. “En üstün benim” diyebiliyorlar. Eş, dost, akraba, ahbap-çavuş takımı ve tekelci medya onları alıp “star” yapıyor. Biz okurlarsa, reklamlara uyup, alıp bakınca, ”dumura uğruyoruz”

Bir alıntıyı tekrar ediyorum: “Adı, ‘‘yumuşak’’ anlamına gelen Hilmi. Soyadı ‘‘sert’’ demek olan Yavuz. Hilmi Yavuz; şair, felsefeci, üniversite hocası. Zaman zaman çeşitli yazarlarla, edebiyat dünyasının dışına taşacak kadar sert polemiklere giriyor. Kolay beğenmiyor, beğenmediğini açık açık söylemekten çekinmiyor ve bu tavrıyla edebiyat çetelerinin tekerine çomak soktuğuna inanıyor. Ona göre edebiyatçıları narsizm motive ediyor. Belli ki o da aynı kaynaktan besleniyor: ‘‘Şu anda Türkiye'de benden daha iyi şiir yazan birisinin olduğunu düşünmüyorum. Hiç tereddüdüm yok. Hatta yalnızca Türkiye'de de değil...” (Zeynep Güven,Hürriyet Gazetesi, 30 Ağustos 1998, Pazar) 

“Hilmi Yavuz, 1987 yılında Zaman Şiirleri adlı kitabı ile Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü alır. Ödülden sonra kendisiyle yapılan bir röportajda duygularını soran bir muhabire, kitabının ‘‘son elli yılın en iyi şiir kitabı’’ olduğunu söyler. Muhabir gülümseyerek ‘‘hocam biraz mütevazı olmak gerekmiyor mu’’ türünden bir laf eder. Hilmi Yavuz cevap verir: “Gayet mütevazıyım. Aksi halde son yüzelli yılın en iyi şiir kitabı demem gerekirdi.”  Bu sözleri gazetede gören bir şair dostu, şaşkınlık içinde Yavuz'a gider, “Sen nasıl böyle söylersin?”. Hilmi Yavuz'un cevabı kısa olur: “Sen de söyle!” (Zeynep Güven,Hürriyet Gazetesi, 30 Ağustos 1998)

Aklı felce uğratılıp yalnızlaştırılan insanın dostlukları, aşkları, evlilikleri, toplumsal ilişkileri şeyleşir. Şey, eşya kökünden gelen bir sözcük, eşyalaşmak oluyor. Bu anlamda, sevgili, dost, arkadaş,  eş, birer eşyadır, kullanır ve atarsın; işine yaramadığı noktasında biter ve yenisi başlar. Her gün binlerce aile boşanmaktadır. Her boşanan çift yeni bir ev ve yeni evinde yeni eşyalar demektir. Kredi kartlarınla takside girer, eşya alırsın. Hayat eşya alıp atmaktan ibaret olur. Özveri, vatan için ölmek, başkalarının acısına yanmak, merhamet, sevgi, aptalcadır.ve en çok da, “kadın-erkek eşitliği”, “aşk”. “sex”, “sevgi” konuşulur. O kadar konuşulur ki, yaşayan yoktur ortada, sadece konuşulur.

Aşkı parçalar emperyalizm, kadın ve erkeği parçalara ayırır, aşkı mutlaka yok etmesi gerektir, bunun yolu, aşk diye başka bir şey icat edip onu kabullendirmektir. Sanatı paramparça etmelidir ve bunun için adamları olmalıdır; yaratır onları. Ne kadar “şey” varsa bölünebilecek, böler. Dini parçalar ama yok etmez; kendine uygun hale getirir, tarikatlar kurar. Milliyeti parçalar birbirine düşürür. Giderek eğitim sisteminde “çoklu zeka kuramı“ adıyla bir kuram icat edip, geri bıraktığı ülkelerde bunu ders olarak okutturur. ”çoklu zeka kuramı”, zekayı sekiz parçaya bölen bir kuramdır; insan zekasını parçalamak gerekir çünkü. “Tam gelişimini faşizmde bulan emperyalist felsefe, merkezi kategorisi olarak, paradoksal bir şekilde 'yaşam' denilen, ama yaşama karşı olan her türlü ilkenin bir bileşimi olan 'bir anlayışı kabul eder. Bu yaşam anlayışı, insan yaşamına, insan ruhuna, binlerce yıllık insani evriminin doğurduğu değerlere karşı bir savaş ilânıdır”(G.Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, İstanbul, 1977)

Ün sağlamak, nam yürütmek egemen güçlerin sanatçılarının en büyük tutkusu oluyor, Narsist ve megaloman bir hezeyanla bir yandan birbirini yiyerek, diğer yandan ödüle boğuyorlar yandaşlarını. Nedense NAZIM hapse düşünce, Süleyman Efendinin nasırına ŞİİR yazan Orhan Veli, piyasaya sürülüyor. Orhan Veli bireyciliğin şairidir. Sabatayist Orhan Pamuk, içi boş değerleriyle Nobel adayı olabiliyor, Orhan Pamuk, Ahmet Altan kuşkusuz ki bir Orhan Kemal'den çok daha geri çizgide yazıyorlar. Yazdıkları bizden bir yerlerin teline asla dokunamıyor. Edebiyat değerleri ise yok. Eğer bize söylenenlere göre değerlendireceksek, edebiyat değerleri tartışılamaz; eğer kendi beğenimize göre bakacaksak yok öyle medyadaki besleme yazarların anlattığı gibi bir olağanüstülük. Murathan Mungan, benim ve benzerlerimin yazılarımızın konuğu olacak, İsmet Özel de, elbette Hilmi Yavuz da, varlık vb dergilerin şairleri de, şiir anlayışı da, atölyelerde şiir hocalığı yapan ne kadar hoca varsa, onları tek tek incelenip yeteneksizlikleri deşifre edilecektir. Kim putlaşmaya kalkıyorsa yıkılması kaçınılmaz olacaktır. Putları yıkacak olanlar mutlaka çıkacaktır ortaya.

Akıl felcinin elemanları, aslında asla aydınlığın meşalesi olamamışlardır. Birer sarmaşık türü bitkidirler ama sarmaşıkgillerden değiller. Sadece gerçeğin üzerine sarılarak onu gizlerler, onları izleyenleri yanıltmaları zaten görevleridir, meyve veremezler, fazlaca boy atar ama bir anda yok olurlar “Ancak entellektüel olarak ölü idiler: basit, özel çıkarları için, tezgâh ve bahçeleri için yaşıyorlardı ve ufuklarının üstünden, insanlığı kaydıran güçlü hareketten haberleri yoktu. Sessiz bitkisel yaşamlarında rahattılar ve sanayi devrimi olmasa, bu rahat, romantik olmakla birlikte insanoğluna yakışmayan varlıklarından hiç çıkmayacaklardı. Gerçekte insanî varlık değildiler, o zamana kadar tarihi sürüklemiş olan bir avuç aristokratın hizmetinde emek makinalarıydılar”.(K. Marx-F. Engels, Colîected Works, Vol. IV, s. 309.) Demek oluyor ki tarihin her döneminde, egemen olanların, kitleleri uyutmak için yetiştirdikleri sarmaşık türü bitkiler vardır.

Aşk şiiri mi yazıyorsun? Hangi aşkın şiiri bu? Eğer yüreğinde, başkalarının ezberlettirmediği duyguların şarkısıysa söylediğin, hiç kimse beğenmese de, en güzel aşk şiirini yazıyorsun demektir. Zaten sen onu, sevgilin için yazmadın mı, git öyleyse ona oku, çünkü ona okuyunca, gerçek anlamda duygularını, ait olduğu insana söyleyerek, amacına ulaşmış olacaksın. Eğer bir yalnızlık şiiri yazıyorsan, sözcükler yüreğinin en derin noktasından, tıpkı dağın derinlerinden çıkan bir pınar gibi akarken, daha önce başkalarında okumadığın ve sana ait olan imgelere dönüşecektir. Kuşkusuz pınarlar hep ve kendi dağlarının yüreğinden akan yalnızlardır. Görev anlayışıyla yazamazsın yalnızlığını, dostluğun yüceliğini ve vatan sevgisini de öyle. Ancak duyumsadıklarını yazarsın, vatanını sevmeden vatan sevgisi anlatılamaz. Ayrılık şiiri, aşk şiiri, haksızlığa başkaldırının şiiri, sana kendini yazdırmadan asla yazamazsın.zorlama kendini.

Hiç kimsenin anlamadığı abeslikler, henüz kimsenin görmediği, galaksimizin dışındaki yıldızlar değildir. Sadece sözcük oyunları ve absürd imge yığınaklarıyla yazılamaz şiir; ancak sayıklama türünden olan bu tür söylemler, bir tür mastürbasyondur. Kendini kendinle tatmin edersin. Bunu üst düzeyde yapanların amacı, başından beri söylediğim gibi, akıl felci yaratarak, put olmaktır. Anlaşılırsa put olunamaz, anlayamayanlar ancak odunu put sayar. Biri gelip putu yıkana dek.

Şair yalnızca kendisi için yazamaz. Şair bulunduğu dünyanın ve zamanın bütün haksızlıklarının, karanlıklarının karşısında muhaliftir,  Prometheusun ateşidir.  “Belki de şair tarih boyunca hep aynı yükümlülüğü taşıdı. Sokağa çıkıp, şu ya da bu dövüşte yer almak şiirin alâmeti farikası oldu. Şair, kendisine isyancı dediklerinde korkmadı. Şiir başkaldırıdır. Şair, kendisine yıkıcı dediklerinde alınmadı. Hayat tüm yapılara üstün gelir ve ruhu yönetmek için yeni kurallar yaratır. Tohum her yere filizler sürer; tüm fikirler egzotiktir; her gün büyük değişiklikler bekleriz; insan düzeninin değişimini istekle yaşıyoruz: Bahar isyankârdır." (Pablo Neruda,Şiirin gücü adlı yazısından)

“Dizelerimden her biri açık olmaya çabaladı; şiirlerimin her biri yararlı bir alet olmaya çalıştı; şarkılarımın her biri yol ağızlarında bir toplanmayı işaretlemeyi ya da birinin, daha sonrakilerin üzerine yeni işaretler koyacağı bir taş veya odun parçası olmayı arzuladı.  Şairin görevlerini mantıkî sonuçlarına ulaştırarak doğru ya da yanlış, bu karara vardım: Toplumda ve hayatta yükümlülüğüm alçakgönüllü bir partilininki olmalıdır. Bu kararı parlak başarısızlıklara, kimsesiz zaferlere, sersemletici yenilgilere tanık olduğum halde verdim. Kendimi Amerika'nın mücadeleleri içinde bir aktör bularak, anladım ki, insan olarak görevim; yeteneklerimi, birleşen halkların kabaran gücüne katmaktan, onlara maddi ve manevi olarak, tutku ve umutla katılmaktan başka bir şey değildir. Çünkü yalnızca o kabaran selden, yazarlar ve halklar için gerekli ilerleme doğabilir. Durumum sert ya da nazik itirazlara yol açtıysa, ya da açsa da, gerçek şu ki, geniş ve acımasız topraklarımızda eğer karanlığın çiçek açmasını istiyorsak, henüz okumayı öğrenmemiş -hatta okumayı hiç öğrenmemiş, henüz yazamayan- ya da bize yazamayan, milyonlarca insanın bir onur ortamında yaşamasını istiyorsak -ki bu olmadan, tam bir adam olmak mümkün değildir- bundan başka bir yolu kabul edemem.

Yüzyıllardır bedbahtlıkla damgalanan halkların sefaletini miras aldık -en cennetlik, en temiz halkların; taştan ve metalden harikulade kuleleri, göz kamaştıran, parlak hazineleri yaratan halkların; bugüne süregelen korkunç sömürgecilik çağında hayatları ansızın yıkılıp susturulan halkların.-  Bize yol gösteren yıldızlarımız, mücadele ve umuttur. Ama tek başına umut ya da mücadele diye bir şey yoktur. Her insanda, tüm geçmiş çağlarla, zamanımızın ataleti, yanlışları, tutkuları, ivedilikleri, tarihin hızlı akışı birleşmiştir” (Pablo Neruda, Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak)

Bin yıllar önce de zalim zulüm ve mazlum vardı.  Aşık maşuk ve engel vardı. Karanlık ve aydınlık..  Acı ve sevinç vardı…  Egemen olanlar, günümüzün silahlarıyla kitleleri umutsuzluğa, karamsarlığa, çaresizliğe boğmaya çalıştıkları kadar, hatta binlerce defa fazlasıyla, bu robotlaştırmaya çalıştıkları kitlelerden korkuyorlar. Otuz üç yıl tahtta kalan Abdülhamit, dişini bile kendisi çekecek kadar güvensiz ve şüphe doluydu. “yıldız” ve “burun” gibi sözcükleri yasaklıyordu zamanın dergilerindeki yazılarda. Zalimdi ama korkuyordu.  Bu günkü dünyaya ve geri kalmış ülkelere egemen olanlar da korkuyor kanları ve terleri üzerine saltanat kurdukları kalabalıklardan. Bundan olmalı, top yekun olarak bellek kazımaya ve akıl felcine tezgah kurmaları.

Reddediş ve seçicilik insan olmanın en belirgin kanıtıdır Kendisine sunulanı reddedenler, ancak kendisi olabilir Yaşamak başkalarının sunduğu reçetelerle yapılıyorsa insan bir robottur. Robotların duyguları, ilişkileri, yapaydır .

“İşte bu yüzden, bugün yazan gençler, hakkında yazmaya değen, dert ve yorgunluğa değen tek şeyi, sırf bu yolla iyi yazmalarını sağlayabilecek olan tek şeyi unuttular: kendiyle çatışan insan kalbinin sorunlarını. Bunu yeniden öğrenmeliler. Olabilecek en bayağı şeyin korkmak olduğunu kendilerine öğretmeliler: bunu yaparken de çalışmalarında ezeli gerçeklerden ve yüreklerinin doğrularından, geçici ye yok olmaya mahkûm herhangi bir öykü içermeyen evrensel doğrulardan -sevgi ve onurdan, şefkat ve gururdan ve merhamet ve fedakârlıktan- başka hiçbir şeye yer bırakmayacak biçimde, her şeyi sonsuza kadar unutmalılar. Yoksa bir lanet altında çalışırlar. Aşkı değil şehveti, kimsenin değerli bir şey yitirmediği yenilgileri ve umut içermeyen, en kötüsü de şefkat ve merhamet içermeyen zaferleri yazarlar. Kederleri hiçbir evrensel kedere neden olmaz, hiçbir iz bırakmaz. Kalpten değil, hormonlardan yazarlar.”
(W. Faulkner, 1949 Nobel Ödül Töreni Konuşmasından)  




ADNAN DURMAZ
16 Haziran 2006


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder