1 Ocak 2007 Pazartesi

ADNAN DURMAZ: YAKINDAN BAKIN ONLARA..DAHA YAKINDAN!



YAKINDAN BAKIN ONLARA... 
DAHA YAKINDAN! 







- Günümüz Şiiri Üzerine Notlar -


“İlericilik yalnızca gerici güçlere saldırmak değildir.Yaşam için bir şarkı yazmak da ilericiliktir; böylesine berbat bir hale getirdikleri yaşamın başka bir yanının olduğunu söylemek de,güzel gün batışlarını,gün doğumunu,güzel kadınları,dostlukları,güzel sevgileri söylemek,en kötü koşullar altında yaşamın güzel ve yaşanmaya değer olduğunu söylemek; daha da güzelleştirmek için mücadele gerektiğini söylemek de ilericiliktir. Aşk şiiri ilerici şiirdir” diyor Yannis Ritsos,Aragon,onun şiirlerini ilk okuduğunda ‘gözlerinin dolduğunu ‘söyler; ve onu ‘çağımızın en büyük ozanı ‘kabul eder:”Başlangıçta onun çağımızın en büyük ozanı olduğunu bilmiyordum; yemin ederim ki bilmiyordum bunu.Zamanla,evre evre öğrendim,şiirden şiire,bir gizden ötekine geçerek” 

Yannis Ritsos,Yunanistanın Peloponez bölgesinde 1 Mayıs 1909 da doğmuş.Önceden geniş toprakları vardı ailesinin,sonradan kumar düşkünü bir insan olan babanın yüzünden,topraklarını kaybedip yoksullaşmıştır..,bir erkek kardeşi bu yoksulluk sürecinde ölmüş,bir kız kardeşi delirmiş,annesi vereme yakalanmış ve sanatoryumda ölmüştür..Ritsos da vereme yakalanmıştır..Zor yaşam koşulları,üst üste gelen belalar,şu okuduğumuz birkaç satırda,inandırıcı olmayan bir yeşilçam filmini anımsatan,ama bir şairin var olduğu gerçeğin ta kendisi...Ortaöğrenim sonrasında Atina’ya geldi,horlanma,aşağılanma, açlık,işsizlik içinde çeşitli işlere girip çalıştı, yaşamını sürdürebilmesi için.. sağlık sorunlarıyla birlikte yaşadığı karanlık çaresizlik altında,sanki ölüm göz altına almıştı onu; ama onun iki büyük savunma silahı vardı tüm bu olumsuzluklara karşı; ŞİİR ve DEVRİMCİ inançları..Giderek bu olağanüstü zor koşullarda her yıl bir şiir kitabı ortaya çıktı..Alman işgaline,kurtuluşa,İngiliz müdahalesine,iç savaşa,devrimci hareketin uğradığı yenilgilere tanıklık etti,bizzat içinde yaşayarak.Tutuklandı,sürgüne gitti..dört yıl sürgünlük yaşadı,1952 de özgürlüğüne kavuştu.1967 de albaylar cuntası tarafından tekrar tutuklanarak,kendi ülkesinde esir kamplarında yaşadı, sağlık nedenleriyle 1970 yılı sonunda bırakılana kadar orada kaldı..

“ve bir gün eğer
beceriksiz gibi gelirse size dizelerimiz
bir şunu hatırlayın
gardiyanların burunları dibinde yazıldılar
ve böğürlerimizde süngü uçları”
diyor büyük ozan,kendi dizeleri için 

1902 Selanik doğumlu Nazım, belki çocukluk döneminde Ritsos benzeri bir yaşam sürmedi; ancak mevcut düzen ona Ritsos’tan hiç aşağı kalmayacak acılar çektirmiştir.”Fırtınalarını kendi yaratan adam “ der, bir yazar onun için..Askeri gemide kolları bağlı İstanbul boğazından geçerken,’tuvalete gitmek’ istemişti,onu diz boyu su ve sidik dolmuş bir tuvalete görürdüler..orada,inatla,o suyun ve sidiğin ortasına bağdaş kurup oturan inattır Nazım..Türk ve dünya şiirinin büyük ustasının yaşamı fırtınalarda geçmiştir.Nazım da, sözcükleri tam olarak anımsayamıyorum ama,kendi şiiriyle ilgili olarak ,şu anlamda sözler söylüyor; ”Yoldaşlar,ben çok güzel şiirler yazabilirdim,eğer bu kadar hapislerde kaçaklıklarda,zorluklarda yaşamasaydım,biraz olsun rahat bir yaşamım olsaydı” Nazım’ın yaşamının olağandışı zorluklarını burada yinelemiyorum,çünkü hala bir yara gibi ülkemizin bağrında kanayan sürgündür Nazım.. 

Dünyanın en büyük ozanları kendi yazdıklarını yeterince beğenmiyor..

“Adı, ‘‘yumuşak’’ anlamına gelen Hilmi. Soyadı ‘‘sert’’ demek olan Yavuz. Hilmi Yavuz; şair, felsefeci, üniversite hocası. Zaman zaman çeşitli yazarlarla, edebiyat dünyasının dışına taşacak kadar sert polemiklere giriyor. Kolay beğenmiyor, beğenmediğini açık açık söylemekten çekinmiyor ve bu tavrıyla edebiyat çetelerinin tekerine çomak soktuğuna inanıyor. Ona göre edebiyatçıları narsizm motive ediyor. Belli ki o da aynı kaynaktan besleniyor: ‘‘Şu anda Türkiye'de benden daha iyi şiir yazan birisinin olduğunu düşünmüyorum. Hiç tereddütüm yok. Hatta yalnızca Türkiye'de de değil...” Zeynep Güven, Hürriyet Gazetesi, 30 Ağustos 1998, Pazar “Hilmi Yavuz, 1987 yılında Zaman Şiirleri adlı kitabı ile Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü alır. Ödülden sonra kendisiyle yapılan bir röportajda duygularını soran bir muhabire, kitabının ‘‘son elli yılın en iyi şiir kitabı’’ olduğunu söyler. Muhabir gülümseyerek ‘‘Hocam biraz mütevazı olmak gerekmiyor mu’’ türünden bir laf eder. Hilmi Yavuz cevap verir: ‘‘Gayet mütevazıyım. Aksi halde son yüzelli yılın en iyi şiir kitabı demem gerekirdi’’. Bu sözleri gazetede gören bir şair dostu, şaşkınlık içinde Yavuz'a gider, ‘‘Sen nasıl böyle söylersin’?’. Hilmi Yavuz'un cevabı kısa olur: ‘‘Sen de söyle’!’” (Zeynep Güven,Hürriyet Gazetesi, 30 Ağustos 1998, Pazar)

Günümüzün allame-i cihanı Hilmi Yavuz’la ilgili olarak yukarıdaki alıntıyı yorumlamaya sanırım hiç gerek yok; hatta Emre Kongar’ın bir köşe yazısıyla bütünleştirmek daha yararlı olacaktır: 
“Bu değerli yazar ve şairimiz, belki de ilerleyen yaşının getirdiği bazı düş kırıklıkları ile, İkinci Cumhuriyetçiliği ile tanınan bir yayıncının yeni çıkarmaya başladığı bir dergide dedikodu yazmaya başladı.  Aslında daha önce, Sosyal Demokrat bir belediye başkanı olan Prof. Nurettin Sözen'in İstanbul Belediyesi'ndeki kültür işlerinden sorumlu daire başkanı olarak, dinci bir gazetede köşe yazarlığına başlaması da pek çok kişiyi şaşırtmıştı. Dinci görüşlere yakınlığı daha önceden de bilindiği için ben bu tutumuna hiç şaşırmamıştım; ayrıca dincilik benim açımdan kınanacak bir tutum da olmadığı için, kendisini bazı arkadaşlar gibi ayıplamamıştım da. 

Ama Hilmi Yavuz'un beni şaşırtan iki başka davranışı olmuştu daha önce: Birinci olarak, 1980 darbesinden sonra ünlü YÖK kurulduğunda, pek çok öğretim üyesi sakalları veya ideolojik tutumları bahane edilerek üniversiteden tasfiye edilirken ve örneğin ben sakalımı kesmeyi reddederek üniversiteden istifa ederken, Hilmi Yavuz'un kuzu kuzu o muhteşem sakalını kesip, dilini de yutarak üniversitedeki konumunu korumasını, bir aydın olarak kendisine pek yakıştıramamış ve ilk soru işaretini koymuştum isminin yanına. “ (Emre Kongar, Hilmi Yavuz Hilmi Yavuz'a Karşı başlıklı yazısından )

Bunlar ne yazıyor?
Hilmi Yavuz,İsmet Özel,Murathan Mungan vb.leri ne yazıyor..Ülkemizin içinde yaşadığı hayvanca sömürü düzenine,insanımızın yaşadığı vahşete karşı bunlar hangi dizeleri haykırıyor..Şairlik yalnızca küçük burjuva duyarlılıklarını hüzünlü bir keman teli gibi sürekli inceltmek midir..Dünyadan habersiz yaşamak mıdır şairlik..Kendi kendine ZUHUR ETMEK, kendini sultanüsşuara ilan etmek, birbirinin hayalarına su serpmek, karşılıklı popo kaldırmak mıdır.. 

“Kafasında uçuşan tüm bu düşüncelerin yanında, geçmişten beri sürdürdüğü zevk ve alışkanlıkları var Hilmi Yavuz'un. Örneğin içki masası onun için kutsal bir yer. Eski Osmanlı sofralarının içki terbiyesine uyarak, oturduğu masadan herhangi bir gerekçe ile kalkmıyor. Tuvalet ihtiyacını gidermek için bile. Çünkü bunu sohbete saygısızlık olarak görüyor. Masasında her zaman soğan ve sarımsak bulunduruyor. Soğanın yararlarını saymakla bitiremiyor:”…“Hilmi Yavuz, aldığı terbiye icabı, içki sofrasından herhangi bir sebeple kalkmıyor. Egemen Bostancı'nın birinci ölüm yıldönümünde Çiçek Bar'da verilen yemekte, Selahattin Hilav'la masada tam 9 saat kalmışlar.” (Zeynep Güven,Hürriyet Gazetesi, 30 Ağustos 1998, Pazar )

Bu açıklamalardan sonra ne yaptıklarını anlamak zor olmuyor 

AYDIN MISINIZ? Hilmi Yavuz’a sorsak,herhalde çok abes kaçar,bize kızar : AYDIN AYDINLATIR , SİZ KİMİ AYDINLATIYORSUNUZ ?
“Hüviyetini kaybeden, irfanıyla alakasını kesen”, “Batı’nın yeniçerisi” dir. Cemil Meriç’e göre aydın “Sakson köleleri boyunlarında birer halka taşırlarmış.Üzerinde sahibinin ismi yazan halkalar. İşte aydınımızın hali.. “ der üstat.. 

Türk Edebiyatında en çok tartışılan romanlardan biri olan Yaban’da Yakup Kadri şöyle diyor “Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum; Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve eşsiz dünyanın içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır. Bir acayip yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki, hangi ırktan, ne cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı saydığı memleketin dibine doğru ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında hasıl olan boşluk, soğuk ve itici, acayip nebat olduğunu bildiriyor. Her memleketin köylüsüyle, okumuş yazmışı arasında derin uçurum var mıdır? Bilmiyorum. Fakat okumuş bir İstanbul çocuğuyla, bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngilizle, bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür."  Kuşkusuz ki romanın genelinde daha çok köylüler “okumuş bir İstanbul çocuğunun” gözünden köylülerin aşağılanması ağırlıklı yer tutmaktadır. Oysa aynı halktır Büyük Kurtuluş Savaşımında emperyalizmi geldiğine pişman eden..  Fakat burada önemli olan Yakup Kadri’nin o yıllarda söylediği cümledir; ”Fakat okumuş bir İstanbul çocuğuyla, bir Anadolu köylüsü arasındaki fark bir Londralı İngilizle, bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür."

Hilmi Yavuz, İsmet Özel, Murathan Mungan ,hastane kapılarında içeriye alınmadan ölenler için ne yazıyor,sokaklarda dolaşan,hırsız olan kötü yola düşen,işsiz kalabalıklar için ne yazıyor,ölüm oruçları için,ırak direnişi için ne yazıyor..Murathan Mungan’ın şiirleri gönlünüze ince bir papatya dalı gibi uzanıp sizi,süveyda noktanızdan yakalayarak yitik aşklarınızın hüznüne götürebilir; gözleriniz buğulanır o zaman,eski zamanlardan bir gece gelir aklınıza,aya takılır gidersiniz..Şiir bizi en yaralı yerimizden yakalar çoğu zaman,en tomurcuk yanımızdan patlatır..Ama hep mi bu,hep mi sen ben,ya dışarıda ter içinde uzanan hayat,bir yerlerde kanla büyüyen umut..onlar yok mu..Bizim dışımızdakiler için yanmasını bilmiyorsak ne kadar insanız..

O bilmediğim İstanbul barlarında,şairler huşu içinde içer..Sülün gibi kızlar vardır karşılarında gözlerine ellerine,insan üstü bir yaratığa,bir tanrıya bakar gibi bakan..Kendi cinsel deneyimlerini aşk diye yazan bu zevat ne kadar şairdir..Ortaya çıktığı andan bu yana Önce solcularla kavga edip küsüp giden yalnızdır İsmet Özel, sonra nereye gitmişse orayla kavgalaşmıştır, NEYİN KAVGASINI VERiYOR İsmet Özel? Hilmi Yavuz ‘a göre 'edebiyatçıları narsizm motive ediyor’ AYRI bir megalomani İsmet Özel. Çünkü İsmet Özel, bu dünyada zulümle değil, oradan oraya hicret ederek vardığı yerdeki yazar çizerlerle kavgalaşıyor; aslında kendisiyle kavgalaşıyor. 

Tumturaklı sözler yazmak değildir şiir.. Süslü laflar değildir.. Her dönemin putları, tumturaklıdır, süslü ve görkemlidir,cilalı laflarla sunulmuşlardır..Lat, Menat ve Uzza da Kabe’de nasıl görkemliydiler,kim bilir onlara bakan inanmışlar nasıl bir yüz ifadesiyle bakıyorlardı..Bütün putlar kırıldığında sıradan bir odun oldukları görülür..Burjuvazi kendi adamlarını bin yıllardır halk damarlarından akan şiiri yok etmek için dizayn ediyor..

“Burjuvazi, gerçeklere gittikçe yabancılaşan bir şiir istiyor. can çekişen kapitalizm, şairin ekmeğe ekmek, şaraba şarap demesini tehlikeli buluyor. Şairin kendisini 'küçük bir tanrı' saymasını kapitalizm daha uygun görüyor. Bu konu ya da davranış, egemen sınıfları hiç mi hiç tedirgin etmiyor. Şair heyecanlanıp tanrılara özgü yapayalnızlığı seçince şairin satın alınması ya da ezilmesi zorunluluğu da kalmıyor.” PABLO NERUDA 

Bu süreç bin yıllardır vardı, yeni değil. İnsanlıktan yana olanlar, kalabalıklardan yana olanlar ve bir avuç azınlığın ideolojisine uşaklık edenler.. Bunu yaparken de 'sanat’ı sidik yarıştırmak sananlar... Eğer o zaman da medya ve burjuva basını olsaydı, Pir sultan da taşınamazdı günümüze kadar, Karac’oğlan da, Yunus da.. Onların da önünü kesmek için elinizden geleni yapardınız.. Ancak bir düşünürün dediği gibi “Halk ancak kendisini ana belleyenleri bağrına basar” Bu nedenle bin yıllardan bu güne büyük ozanlar sizlerin sayesinde gelmedi.

“Özgünlüğe inanmıyorum. Zamanımızda oluşturulan fetişlerden bir tanesi daha; baş döndürücü bir hızla çöküşüne gidiyor. Sanatçının kullandığı herhangi bir dil, herhangi bir biçim, herhangi bir yaratıcı vasıta ile erişilen kişiliğe inanıyorum. Ama bütün bütün özgünlük, modern bir icattır ve bir seçim hilesidir. Ülkelerinde, dillerinde ya da dünyada 'Baş Şair' seçilmek isteyen kimileri var. Bunlar seçicileri bulmak peşinde koşarlar, krallık asası için yarışmaya yakın yeterlikte görünenlere hakaretler yağdırırlar ve şiir bir maskaralığa döner. “…”Belki de şair tarih boyunca hep aynı yükümlülüğü taşıdı. Sokağa çıkıp, şu ya da bu dövüşte yer almak şiirin alâmeti farikası oldu. Şair, kendisine isyancı dediklerinde korkmadı. Şiir başkaldırıdır. Şair, kendisine yıkıcı dediklerinde alınmadı. Hayat tüm yapılara üstün gelir ve ruhu yönetmek için yeni kurallar yaratır. Tohum her yere filizler sürer; tüm fikirler egzotiktir; her gün büyük değişiklikler bekleriz; insan düzeninin değişimini istekle yaşıyoruz: Bahar isyankârdır.” PABLO NERUDA 

Bu alıntıları yapmamın nedeni yazımı süslemek değil, daha çok burada kendini bu ülkenin şair-i azamı sultanüşşuarası görenlerin komik durumlarını netleştirmek. Amacım, "şiir sadece toplumcu ana duyguları işleyen bir sanattır" demek de değil.. Ancak şairin toplumsal bir varlık olarak, bir aydın olarak olması gerektiği yeri vurgulamak.. Dünyanın en güzel aşk şiirlerini bu insanlar yazmadı mı: Nazım, Ritsos, Aragon, Mayakovski, Neruda.. Aşk sadece bir avuç azınlığın ve küçük burjuva aydınının tekelinde olan bir duygu değil..Evrensel bir duygu olarak,daha çok, aşkı reçetesiz ve tanımsız yaşayanlar aşk kıldı.. 

“ …Bir burjuva, inan ki, Beethoven’in Yedinci Senfonisi’ni, bir devrimci kadar anlayamaz bence.  Bir burjuva, Lorca’nın şiirinin tadına, bir Marksist-Leninist gibi varamaz. İspanya İç Savaşı’nı yaşayan biri Rodrigo’yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa, bu da öyledir. Bilmem yanılıyor muyum? Hiç sanmam. “ diyor Deniz GEZMİŞ, asıldığında 24 yaşında olan bir insan söylüyor bunları. yaşadığı dönemin koşulların ve inancının anlayışıyla yazılıyor sevda şiirleri de..Dervişin fikri ve zikri arasındaki diyalektik örtüşme, Hilmi Yavuz'dan,Cezmi Ersöz’e, gerçekliğini koruyor..

2. Yeniciler üzerine Asım Bezirci’nin bir kitabı var. Orada Ece Ayhan’a sorar: “Okuyucu senin yazdıklarını anlamıyor” Ece Ayhan cevap verir; “Okuyucu dediğin leş kargasıdır, orospu çocuğudur” (inanmayan gidip bakabilir, Asım Bezirci, İkinci Yeni Olayı).. Yakından bakalım onlara, daha yakından bakalım: Bu gün ülkede şiir kitabı basmayı, şiir yazmayı sadece kendine has bir meziyet görenlere, 'Okuyucu' denilen geniş kitleye, yani bu ülkede yaşayan insanlara tepeden bakanlara yakından bakalım.. Bize sunulanın içine bakalım, görelim ve anlayalım ki, 'şair' kavramıyla onlar örtüşmüyor.. Nazım PUTLARI YIKMAYA kalktığında Ece Ayhan gibilerine ta o zaman vermişti yanıtını :

Behey!
Kara maça bey!
Halka ahmak diyen sensin.
Halkın soyulmuş derisinden
sırtına frak giyen sensin.
Yala bal tutan beş parmağını
beş çürük muz gibi,
homurdanarak dolaş besili bir domuz gibi.
Meydan senin...
mi dersin?
Hata edersin,
bizde o göz var mı baksana! !
Ben içirmek için sana
kendi kara kanını
bir ateş çemberle çevirdim dört yanını!
Sağa git
yok geçit,
sola git yok,
ileri
geri
yok.
Kıvır kuyruk kalemini kalbine sok
bir akrep gibi intihar et...
…………… 

Bütün putlar er geç yıkılmaya mahkumdur.. Yazımı Neruda’dan bir alıntıyla tamamlıyorum şimdilik:

“Dizelerimden her biri açık olmaya çabaladı; şiirlerimin her biri yararlı bir alet olmaya çalıştı; şarkılarımın her biri yol ağızlarında bir toplanmayı işaretlemeyi ya da birinin, daha sonrakilerin üzerine yeni işaretler koyacağı bir taş veya odun parçası olmayı arzuladı.

Şairin görevlerini mantıki sonuçlarına ulaştırarak doğru ya da yanlış, bu karara vardım: Toplumda ve hayatta yükümlülüğüm alçakgönüllü bir partilininki olmalıdır. Bu kararı parlak başarısızlıklara, kimsesiz zaferlere, sersemletici yenilgilere tanık olduğum halde verdim. Kendimi Amerika'nın mücadeleleri içinde bir aktör bularak, anladım ki, insan olarak görevim; yeteneklerimi, birleşen halkların kabaran gücüne katmaktan, onlara maddi ve manevi olarak, tutku ve umutla katılmaktan başka bir şey değildir. Çünkü yalnızca o kabaran selden, yazarlar ve halklar için gerekli ilerleme doğabilir. Durumum sert ya da nazik itirazlara yol açtıysa, ya da açsa da, gerçek şu ki, geniş ve acımasız topraklarımızda eğer karanlığın çiçek açmasını istiyorsak, henüz okumayı öğrenmemiş -hatta okumayı hiç öğrenmemiş, henüz yazamayan- ya da bize yazamayan, milyonlarca insanın bir onur ortamında yaşamasını istiyorsak -ki bu olmadan, tam bir adam olmak mümkün değildir- bundan başka bir yolu kabul edemem.

Yüzyıllardır bedbahtlıkla damgalanan halkların sefaletini miras aldık -en cennetlik, en temiz halkların; taştan ve metalden harikulade kuleleri, göz kamaştıran, parlak hazineleri yaratan halkların; bugüne süregelen korkunç sömürgecilik çağında hayatları ansızın yıkılıp susturulan halkların.

Bize yol gösteren yıldızlarımız, mücadele ve umuttur. Ama tek başına umut ya da mücadele diye bir şey yoktur. Her insanda, tüm geçmiş çağlarla, zamanımızın ataleti, yanlışları, tutkuları, ivedilikleri, tarihin hızlı akışı birleşmiştir”




ADNAN DURMAZ
3 Haziran 2006    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder