BABAMIN HEYBESİ
FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ
-Hiçbir zaman alınamayacak bir ödül konuşması-
“Ama o anladı. Ben de onun anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı.”
ORHAN PAMUK, Nobel Konuşmasından alıntı
“Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki hayatımızdan Batı’ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden çoğunu doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye’ye geri
getirmişti”
ORHAN PAMUK, Nobel Konuşmasından alıntı
Babamın bavulu, orda burada sürünen, tahtadan yapılmış, kaç defa kırılıp yeniden onarılmış, bazı yerlerine ince yağ tenekelerinden yamalar vurulmuş bir bavuldu. Bu yamalı bavul, benden daha çok yer gezmiş, insan tanımış olmalıdır. Salihlinin bağlarını, bağ evlerini, İzmir’in eski gurbetçi hanlarını iyi bilir babamın gurbet yoldaşı bavul. Gurbet hikâyeleri, acıklı türküler doldurmuştur içini daha askere gitmeden önce. Tabii ki dört yıl asker ocağında da, buradan oraya sıla taşımıştır.
İçine bir gurbetçi için en gerekli eşyalar konulmuştur hep. Öncelikle kayrak taşı, kemik saplı çakı, gön, sırım ve çuvaldız olması gerekiyordu. Her gurbetçi gibi, babam da gurbet yollarında sık sık yırtılan çarıklarını kendisini dikiyordu. Aklımın erdiği günden bu yana, yaşam yırtık bir çarıktan farksızdı zaten. Yırtıklarını diktikçe, başka bir yanından yırtılan; İlk kim giymişse, işte o büyük büyük dedemizden bu yana, yırtıldıkça acı veren, yama yama bir çarıktı yaşam.”Altı yok çarık gibi sürünüyorum”,denilirdi; ”nasılsın? ” diye soranlara, buralarda. Buralar Anadolu’nun acı bozkırlarıydı. Hititli yurtdaşlarımızla, benzeri kerpiç evlerde otururduk. Onlar da çarık giyer ve büyük olasılıkla, sarı anızlar gibi, oradan oraya, rüzgârın önünde savrulan yaşamlarında, tahta bavullarında, yamalık ve gön taşırlardı.
Ölüm yemek yemek kadar doğal, su içmek gibi kolaydı. Bazan devrilen bir kağnının altında kalarak, bazan kızamıktan, apandisitten, üşütmeden, yılan sokmasından; bazan da çocuk üstüne ölünürdü buralarda. Ölenler, acıklı bir türkünün, içimizde hışımlı bir yağmur bırakıp bitmesi gibi giderdi. Gurbet dünyaydı zaten. Ölüm kurtuluş olurdu, çile çekmekten başka bir şey olmayan zindan ömürlerden. Yılan çiyan, hastalık, el kapısı, kahır derken, bir diken tarlasında yürürcesine, ayakaltları kayış gibi nasır kesilir, dikenler batamaz olurdu. Gidenlerin arkasından,”yaşadığı sürece,çoluk çocuğunu geçindirmek için elinden geleni yaptı, tüm çileleri çekti” anlamında,”elini yılan deliğine, çıyan deliğine soktu” denilirdi. Buralarda yaşam, elini, yılan, çıyan deliğine sokmaktan farksızdı çünkü. Gülüşlerin bıçak keskini, yüzlerin taştan oyulmuşçasına sert, sabrın dağlardan kavi olan yeriydi dünyanın, bu acı bozkır. Babam bana ne az güldü. Babam bana gülmeden çok önce unutmuş olmalıydı gülmeyi. Babam bana sevgisini nasıl sundu. Bir savaş alanında doğup yaşayanların acı yazgısıydı bu. Gülmek de, sevmek de en saklı derinimizdeydi. Kim bilir belki de, bizim en değerli şeyimiz diye en sert yanlarımızın altında saklayarak koruyorduk onu. Belki de; ekmeği, suyu, azar azar kullanıp, yetirmeğe alışmış olanlar, sevgiyi de, bitiverir korkusuyla, idareli kullanmaya zorunlu hissediyorlardı kendilerini.
Babam nereden gelse, o eski püskü bavuluna, omzunda binyıllardır taşıdığı heybesine saldırırdık. Bir söz vardı “tarladan gelenin heybesine bakarlar”; demek oluyordu ki: baba tarladan bile gelse çocuklar onun kendilerine bir şey getireceğini umar. Babamın heybesi, bavulundan çok daha eskiydi; kim bilir, belki de bin yıllıktı. Bavulun bir yanı kırılınca, çarığını tamir ettiği gibi,onu da, ağzına aldığı, oradan buradan sökülmüş, eğri, paslı çivilerle, peri mıhlarıyla tamir ederdi. Önce onları bir taşın üzerinde doğrultur, sonra da bulduğu bir tahta parçasını, bir tenekeyi bavulunun kırık yerine uygun bir biçimde yama yapardı. Önceleri sormaya çekinirdim,sonraları, yeni bir bavul yapmak yerine neden bu eski bavulu tamir ede ede kullandığını sormak, her defasında aklımdan çıkıyordu.
Kim bilir hangi zamandan beri buraların iklimi hep çaresizlikti. Ne yapsak, ne etsek; daha insanca bir yaşama ulaşamıyordu bir türlü ellerimiz. Görünmez bir tırpan vardı ki, karanlıktan gelip biçiyordu gülüşlerin uzayan çıvgalarını. Evler birbirine dayanarak ayakta durabilen kerpiç evlerdi. Birlikte durmasalar, omuz omuza dayanmasalar, göçerlerdi sanki. Cephede yan yana durarak savunmaya geçmiş askerlere benziyorlardı. Binlerce yıl önce de, Hititli yurtdaşlarımız bitişik düzende, kerpiç evlerde oturuyorlardı buralarda. Uzun kışlarda, soba bilmeyen evlerde, ocağa atılan tezeklerle ısınılır, isli kandillerin körsem ışığında, eski zamanlara dair öyküler anlatılırdı. Dışardan zemherinin ölümcül uğultusu gelirken, o kadar huzurlu ve sıcak olurdu ki o sohbetlerin duldası. Babam nereye giderse bavuluna işte bu sıcaklığı doldurarak gitmiş olmalıydı. Bunca yoksulluğun ara yerinde anlatılan sıcacık öyküler, anılar, söylenen türküler insan olduğumuzun en büyük kanıtı gibiydi. Onlarsız yaşanamaz gibi geliyordu bana.
Sevmek öyle bir şeydi. Bir kuş diğer kuşu öperdi, bir yaprak diğerini, bir dal uzanırdı maviliğin içinden, gider ay dedenin tam alnına konardı; sevmek öyle bir şeydi heybelerin üzerine dokunmuş yaşam nakışlarında. Hiç okuryazarlığı olmayanların olağanüstü diliydi. Yalnızca yürekler okuyabilirdi. Babam her gidişinde omzunda heybesi, elinde eski tahta bavulu olurdu. Her gelişinde de onlarla dönerdi. Gidişi de, gelişi de sözle ifade edilmeyen bir sevgi sıcaklığı taşırdı.
Babam, öyküler şiirler yazdığımı anladığında, başına ayyıldızlı şapka giyinmiş, ham tıraş bir ortaokul öğrencisiydim. İlk defa karşılaştığı bir durumla yüz yüze gelmenin tedirgin karışıklığı içinde, bir an kaşlarını çatıp, “bunlar sittirici işi “ demişti.”Oku da bi şey ol, ormancı ol, posta memuru ol, öğretmen filan ol! ” Ondan sonra da sık sık azarlardı beni, yazdıklarımın derslerimle ilgili olmadığını, sadece kafamdan uydurduğum bir şeyler yazdığımı anladıkça. Bunları yapana ekmek veren olmazdı çünkü.
Babam hiç aciz davranmadı yaşamı boyunca. Dehşetli bir zemheride, dışarıda deli bir ayaz varken, samanlığın saçağından bir ağacı söküp, yardıktan sonra, ocağa vurup evi ısıttıdığını hiç unutmam. Hiç kimseye yalvarmadı, boyun bükmedi. Yalnızca bir kez, yüzünde, göçmüş evler gibi, korkunç bir yıkıklık gördüm. Üniversitede okurken bir süre tutuklu kaldığım cezaevinin görüş yerinde yüzünde gördüğüm ifadeyi hiç unutamam. Mahpus olmaktan daha beter koyan, yaralayan bir acıydı bu.
Babamın okuryazarlığı askerde başlıyordu. Zar zor, kendini kurtaracak kadar bir okuma yazma öğrenmişti askerde.”Ali okulundan çıktım “derlerdi okumayı yazmayı asker ocağında öğrenenler. Bu anlamda da edebiyatın e’sini bile bilmezdi. Hiçbir zaman onun benden aşağı mı yüksek mi, ileri mi geri mi olduğunu aklıma getirmedim. Bana, her insandan öğreneceğim, her insanda benim bilmediğim birçok bilginin saklı olduğunu öğretmişti hayat denilen okul. O lastik pabuçlarıyla yürüyen bir çınarı andıran adam, benim babamdı ve onunla gurur duyuyordum. Var oluşuma sebep olan bu insana kutsal, yıkılmaz bir saygı beslemekteydim. Namuslu olmayı, adam gibi adam olmayı, sınırsız vermeyi öğretti bana. Şimdi benim için babamla ilgili anımsadığım her şey, yorumlanması gereken bir bulutlar, kuşlar, turnalar, dağlar kitabıdır.
Benim yanımda hiç konuşmasa da, onun beni var ettiği iklimde; topraklarla, bulutlarla, yağmurlarla konuşmayı öğrendim. Bugün dizelerime can katan her sözcük bu iklimde büyüyüp ortaya çıkmış birer susuz çiçektir; kangallar, kevenler ve pürenler gibi.
Öğrenci kondularında, sabaha kadar sokak aralarından duyulan silah sesleri ve radyoda dinlediğimiz ölüm haberleri arasında, o aç bi ilaç günlerin karanlık, aşksız gecelerinde, ne yazabilirdi ki bir insan ak kâğıt üstüne. Dışardan silah sesleri gelirken, tencerede pişecek bulgur yokken, gözlerimi kendi derinlerime dikip dışımdaki dünyaya kör kalmam mümkün müydü. Üniversiteden sonra köydeki evimizin uykusuz gecelerinde, ucuz sigara dumanlarıyla dolu, sobasız odamda, babamın çaresizlikleri ve yan odadan gelen, yaşından önce yaşlanmış anamın dinmeyen horultuları arasında elime kağıt kalem alıp nihayet gözlerimi yüreğime çevirdiğim zaman acı ve öfkeden başka bir şey görmüyordum yazmak için.
Yazmak çaresizlerin savunmasından başkası değildi. Kafamın içinde yaratılmış hayal dünyalarından çok, bıçağını yüreğime saplayan gerçeği, yeniden üreterek yazmaya devam ettim. Ne şiirlerim, beğenilmek arzusu ile yazılmıştı, ne de ödül almak, taltif görmek gibi heveslerim olmuştu. Yazmak, içkanamalarmı sözcük sözcük dışa vurmaktı benim için. Köroğlu’ndan Dadaloğlu’na Pir Sultan’dan, binlerce ağıtın ozanı adı bilinmedik analara kadar, bizim kendimizi savunacak yalnızca sözümüz vardı.
Sabır, yazarın yol arkadaşıdır belki, bilmiyorum. Sabırla sözcük labirentleri kurmak değildi benim için yazmak. Babamın bavulunda taşıdığı ve gereçlerden birinin de, “ağulardan süzülmüş” sabır olduğunu çok sonradan anladım.
Bunca yoksulluk ve çağın gerisinde, sürüne sürüne, binyıllardır yaşayan Anadolu insanından daha iyi kim bilebilir sabrı. Sabır, sözcüklerden labirent kurarken çekilen sıkıntıdan çok daha derin ve başka bir şeydir buralarda. Yaşamın içinden gelmeyen ve kökünü halk toprağına salmayanlar için gereklidir o sabır. Benim yazma eylemimin içinde, coşku vardır, sabırla, yanmayla temellenmiş yüreğimden fışkıran neyse, odur benim yazacaklarım.
Hak bir gönül vermiş bana
Ha demeden hayran olur”
diyen ozan gibi söylemek benim meramım, aşkı yaşayanın, içinden sökün eden şu sözler gibi bir arılıkla
Dinleyin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer
gibi akarcasına söylemek derdindeyim. Yüreğim giderek acıların, ama ille de başkalarına ait acıların, yağmurların, hüzünlerin düzelttiği kayrak taşı bir oluğa sahip olmalıydı. Oradan sözcükler, olanca yalınlığıyla akmalıydı. Benim sözlemim söylemim bu toprakların ve yaşamların dili olmaktan başka bir istek taşıyamazdı.
Babamın yüzündeki çizgiler dünyanın öte ucunda benzeri acıları yaşayanlarla aynıydı. Babamın bana kütüphane olarak bırakacağı, yüzündeki çizgiler ve gözlerindeki ifadenin evrenselliğiydi. Bu “topraktan öğrenip kitapsız bilen “köylünün beni hiçbir zaman yeterli bulmayacağını biliyordum. Yeryüzünde bunca zulüm oldukça, ben de yazdıklarımı hiçbir zaman yeterli bulmayacaktım. Kendimi yeterli bulamamak duygusu, başkalarıyla bir kıyaslama sonucunda değil, babamdan kalan bir mirastır. Çünkü halk ormanını derinine ve boyuna tanıdıkça, zulmü ve aşkı tanıdıkça benim yetersizliğim bir kat daha açığa çıkıyordu. İnsanlık ormanının çınarları olarak, Yunus’u ve Karac’oğlan'ı tanıdıkça, Nazım’ı ve Ritsos’u tanıdıkça, Neruda ve İmr ül Kays’ı ve elbette ki, Homeros’u tanıdıkça yetersizliğimi bir kez daha görecek, kamçılanacaktım.
Yazmak benim için, başkalarının acısına ağlayabilmekti, başkalarının yarasından kanamaktı, yine de gülümseyebilmekti, baharda çiçek açabilmekti yeniden. Mevlana’nın kamış ney’ine benzerdi yazar, ama bir kavaldı, içinden geçen soluksa, halkının nefesiydi. Sesini dünyaya duyulabilirdi; kör sağır ve dilsiz dünyaya. Toprağın derinlerinden, sevginin, dostluğun en sağlıklı güzelliklerini çıkartıp, yeniden insanların önüne koyabilmekti yazarın görevi. Irak’ta direnmekti, Filistin’de taşlarla savaşmaktı yazmak benim için. Milyonlarca insan açken, bunun endişesini taşımaktı. Kara Afrika’dan, Irak’a kadar yüreğimde katliamlar ve bir o kadar da aşklar, umutlar taşımak kolay değildi.
Babamın boş bavulundan bana bunlar çıkmıştı işte.
Benim için “hakiki” edebiyatın başladığı yer, “kendini kitaplarla dolu bir odaya kapatan adam “değildir; aksine benim için “hakiki “edebiyat yaşamın her yerinde dolaşan bir göçebedir. Acı ve sevinçte, hüzün ve aşkta, işkencede ve savaşta, haklının ve insanlığın yanında saf tutan adamdır yazan kişi. Bunun için Lorca kurşuna dizildi, Bunun için Nazım sürgünlere gitti, Ritsos esir kamplarında yaşadı. Halkı ve dünya halklarının zulme karşı savaşında kaç şair ve yazar katledildi. Pir Sultan’dan Vapstarov’a, Lorca’ya kadar. İşte bu nedenle kitap dolu odalara kendini kapatanlarla, yaşamın tam ortasında yazanlar arasında derin bir uçurum vardır. Babalarının bavulları bile tahmin edilemeyecek kadar farklıdır. Tahmin edilemeyecek kadar farklı işlevleri vardır. Birinin bavulunu başka ülke ve kültürlere karşı kendinde duyduğu acz ve onlara karşı büyüyen öykünme ve özlem doldurur. Diğerininkini türkülere sığmayan sabır, sevda, özlem, umut ve acılar. Elbette ki bir bavula sığamaz.
Bana göre dünya halkları bütün dayatmalara, reklâm ajanslarına, kampanyalara, tanıtımlara rağmen, ancak kökü kendi toprağında olan yazar ve ozanları yüreğinin en üst makamlarına oturttu. Homeros ve Pir Sultan buna örnektir. Bana göre yazarlar zamanla kazanmaz başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyesi gibi bahsetme hünerini. Yazar veya ozan, ta başından kendini başkaları ve kendisi diye ayırmadığı oranda insanlığa mal olabilirler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu yetenek veya hüner, kendimizi kapattığımız kitap dolu odalarda yapılan bir keşif değil, ancak gözlerimiz kapalıyken bile bulacağımız yüreğimizin zaten bildiği bir yoldur.
1980 darbesine kadar olan zamanlarda, üniversite öğrenciliğim gerçek anlamda bir yoksulluk içinde geçti. Aramızda hiç parası gelmeyen arkadaşlarımızı da idare ediyorduk o yıllarda. Yemeği çoğu zaman bir öğün yiyorduk. Sobasız gecekondularda, polis baskınları korkusuyla geçen yıllar içinde, dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız paralarla kitaplar akıp okuyorduk. Bazı arkadaşlarımız kitap hırsızlığı konusunda olağanüstü bir yetenek kazanmışlardı. Ankara’nın Zafer Çarşısı’nda bize en gerekli kitapları çaktırmadan yürütüyorlardı. Her gün orada, küçük çay bahçesine en az bir kez gittiğimizden ve mutlaka kitapçılarda bir tur atıp kitaplara çaresiz iştahlarla baktığımızdan,kitapçılar bizi, biz de onları iyi tanıyorduk. Arkadaşlarımız bu nedenle, Zafer’den çalmamaya başladılar. Bir defasında, bir arkadaşımız kitap çalarken yakalanmış. Onu bir sandalyeye oturtmuşlar. Kitapçı,çalınan kitaba şöyle bir bakıp,”çalacaksan adam gibi bir kitap çal, kıytırık bir piyasa kitabı çalana hırsız derim ben” deyip, çevredeki tüm kitapçıları çağırtmış. Hepsi de bizimkinin suratına bakıp bakıp, gitmişler. Bizimki bir süre daha orada oturmuş. Bakmış ki artık kendisiyle ilgilenen kimse yok,”gidebilir miyim” demiş kızara bozara, kitapçıya.”Tabii” demiş kitapçı da,işinden ilgisizce başını kaldırarak ”ama bir daha iyi kitap çal”.Sabaha kadar karşılıklı okuyup yazarak birbirimizi eğittiğimiz o yıllarda hiç kitap çalmadım. Ama benim birkaç çuval kitabım olmuştu. Köyüme getirmiştim onları sonra.12 Eylül darbesinden sonra, bir gün ben evde yokken, o zamana kadar yazdıklarımı ve kitaplarımı babam tümden yakmış. Yaşamımda o kadar ağladığımı anımsamıyorum. Çok zaman sonra, önceden kalan birkaç deftere baktığımda, bu yakma işinin bende çok derin izler bırakması yanı sıra, susuz kalan tarla bitkilerinin patır patır döl atması gibi, daha bir hışımla yazdığımı da fark ettim.
Evimizde Kütüphane olmamıştı hiç. Onun yerinde, duvarlar boyu uzanan kilimler ve nakışları vardı. Bütün çocukluğum ve sonrası bu nakışların içinde büyüdüm. Her insan yaşam içinde farklı bir nakıştı belki de. Her nakışın bir anlamı vardı mutlaka ve o binlerce türküye sığmayan anlam, o nakışlara gizlenmişti. Ben hep onları okumaya çalışmıştım. Yazdığım sürece, sadece yazmadan edemeyeceğim için yazdım. Bir ağaçtım da meyve veriyordum işte, hepsi buydu. Yazmak adlı serüvenin içine doğan, alabildiğince bir keşfetme tutkusunda yol almaktadır. İnsan insan, yaşam yaşam dolaşmak, başkalarının yaşamını içselleştirerek onların kaldırdığı taşı geçerken omuzlayıp, sonra bir kenarda beraber cigara tüttürüp, hal bahis etmek. Tarihin en eski serüvencilerinin yolu bu olmalıydı, zamanlar ve mekânlar öteye, insandan insana süren bir yolculuk. Ama keşfetmek kadar da bir savunma silahı yazmak, söylemek; bu nedenle yazmadan edemez kimileri. Yaşamın anlamını kitap dolu odalarda sorgulamaktan ziyade, yaşamın anlamını yaşamın içinde aramak yaşamı anlamlı kılabilmek için verilen bir savaşa katılmaktır bana göre yazmak.
Hep beraber türkü söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı
Demiri hep beraber işleyip oya gibi
Hep beraber sürebilmek toprağı
diyen ozanın ülkesinde, kapalı kapılar arkasında mutluluğu sorgulamaya zamanı yoktur yazan kişinin. Bu nedenle, mutluluğu kafasının içinde sorgulamak bile yaşamın içinde olduğu sürece anlamlıdır. Anlık bir duygu olan mutluluk, mutsuzlukla birlikte netleştirir anlamını. Başkalarından kopuk mutluluklar bencilliğin ve mutsuzluğun ta kendisidir. Kafasının içinde mutluluk arayanlar, kafasının içinde mutsuzluğu taşıyanlar, kafasının içindeki gezegende yaşayanlardır, işte bu nedenle bu tür yazarlar bizim maceramızda, karşı kıyıda yer alırlar. Hani şu,”savaşın nedeninin ekonomik olduğunu insanlıktan saklamak için,”savaşı yok etmek için, insanların kafasındaki savaş düşüncesini yok etmek gerekir” diyen anlayışla aynı safta yer alırlar. Egemenlerin, sömürenlerin dünyasına akar suları.
Bana edebiyat diye, batının değerleri, batının güzellik anlayışı, erdem anlayışı, ruhu aşılanmaya çalışılmıştı hep yarım yamalak edebiyat derslerinde ve okuduğum kitaplarda. Ben batılı şiirlerde insanlık ırmağını besleyen kollar buldukça benimsedim. Batı, doğu diye ayırmadan sevdim halkının ırmaklarından beslenen ozanları, yazarları. Böylece onlara kendimi katıp, onları bana kattım. Değilse benim gerçeğim, binlerce yıldır süren bir acının devamından başkası değildi. Bu ulu çınarda bir dal olup insanlığın ortak dilinde aydınlıkla buluşmaktı meramım. Değilse kökleri bu topraklarda olan, kökleri, bu topraklardan öte, orta Asya Bozkırlarına uzanan ulusumun edebiyatı varken batıda uygarlık denilen şeyin olmadığını çok sonra öğrendim. Bunu öğrenmem onlara olan derin sevgimi, hiç azaltmadı. Kuşkusuz ki batının doğunun kuzeyin ve güneyin edebiyatı insanın hallerini yazmaktan başka bir şey değildi. Oralarda katledilen ozanların çizdiği yolla benim yolum aynıydı. İnsanlığın bir tek yüreği vardı, onun ortak dili, ortak türküsü; zulüm ona karşı, sevda ve barış ondandı. İnsanlık için daha güzel bir dünyanın özlemiyle tutuşan dizeler yazılıyordu dünyanın dört bir yanında ve onlar benim türkülerimdi.
Asya’dan buraya kervanlarında, türkülerini, ağıtlarını ve dokuma heybelerini getiren dedeleri gibi, Babam da heybesini her yere taşırdı, dedim. Tarlaya, pazara, gurbete ve cepheye hep heybesiyle gitmişti. O kadar eskiydi ki bu heybe, ne zamandır vardı bilinmesi imkânsızdı. Bizim acılarımız, özlemlerimiz, türkülerimiz kadar eski olmalıydı. Ve içinden hep sevgiye dair şeyler çıkardı, zar zor yaşamlarımızda.
Kim bilir hangi yaylaları dolaşan koyunların yününden dokunmuştu. O yaylalarda hangi çiçekler vardı. Hangi çobanın kaval sesleri kayalarda yankılanırdı. Hangi ağacın gölgesinde koyunun yünü kırkılmıştı. Hangi bitki köklerinden yapılan boyalarda renklenmişti, çiçek çiçek bu yünler. Hangi kınalı parmaklar, hangi yürek kıpırtılarını taşımışlardı nakış nakış onu dokurken. Her bakanın yüreğinde başka pınarlar çağlatan, başka fırtınalar kopartan türkülerin, öykülerin suretiydi heybenin nakışları. Ne gurbetlere acı, yokluk, sevda ve özlem taşımıştı heybelerinde kim bilir hangi insanlar. Bir ulusun destanından derin izler vardı üzerinde. İşte ben o izlerden yürümeyi öğrendim gaz lambasıyla aydınlanan köydeki kerpiç evimizde.
Giderek yazdıklarımın ortasına kurulan temel çelişki, aslında bin yıllardır insanlığın tarihine kurulan ezenle ezilenin, zalim ve mazlumun, iyi ile kötünün, sermaye ve emeğin çelişkisinden başkası değildi. Dünyanın öte ucundaki insanın acısı ve türküsü benim acım ve türkümdü bu nedenle.
Sonra babam öldü. Bir gün babalar ölüyormuş meğer. İnsan gibi yaşanmamış, ama adam gibi yaşanmış bir yaşamdan geçti gitti. Ayaklarındaki kara lastik ayakkabıları ile üzerinde kahverenginin ala çalan tonundaki eski giysileriyle kaldı aklımda. Bazan tırpan biçerken, bazan kazmayı toprağa vururken ve benzeri binlerce haliyle kaldı. Bu dünyada uçaklara binip pembeli aklı bulutlara dokunamadı; dantelâ köpüklü kıyılarından denizlerine girip yüzemedi, kaç kardeşini, emmisini cephelerinde bıraktığı güzelim ülkenin. Bir esir kampında gibi, çilelerin harman olduğu bir yaşam geçirdi. Bir dağ gibi devrildi gitti babam. Bir gün kendiliğinden söyleyivermişti,dededen kalma bu bavul Çanakkale’de düşen emmisinin künyesiyle birlikte gelmiş bir yadigardı aileye.Bu nedenle kutsal bir emanet gibi, yamaya yamaya taşımıştı onu. İçinden kanlı cephelerin, can pazarlarının ve gurbetlerin kokusu gelen tahta bavuluna kitaplarımı koyalı çok olmuştu. Ebesinin cehizi heybe de zaten asılı kaldı duvarda. Babam bavulunu hep kendi tamir ederdi; demiştim bunu. Ama bu eski heybeyi, hep anam tamir ederdi. Çünkü o nakışları dokuma inceliğini ve yeteneğini binyıllardır genlerinde taşıyan da anamdı. Bana bu heybeden, yani hiçbir zaman söze dökülmeden, hiç konuşulmadan tartışılmadan yaşanan aşktan, daha büyük bir miras olabilir miydi? Ödüllerin en büyüğü öyle bir ana babanın oğlu olmaktı.Yazmamın,söylememin en büyük gerekçesi,işte bu yadigarlardır.
ADNAN DURMAZ
(12 Aralık 2006)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder