KÜFÜRBAZ
-Manzara aynı, pencereler farklı-
Uzun boylu, güçlü kuvvetli bir kız. Ve güzel. Duru bir su gibi bakar. Hayır, bakmaz, o sadece gözlerini açar ve bütün dünya gelip onun gözlerine dolar. Kumral saçları parlayarak omuzlarından aşağıya dökülür. Aşağıdan yukarıya bütün hatları yuvarlak, orantılı. Uzun bacaklar, mini eteği zorlayan kalçalar... Kalçalarından sonra inceliveren beli açıktadır. İpeksi bir ten görünmez sarı tüylerle oynaşarak dik, yuvarlak göğüslerine, oradan tek bir kırışıklığın olmadığı boynuna, çenesine, dudaklarının kenarından yanaklarına, iri çekik gözlerine uzanır, şakaklarını geçip gözlerini derinleştiren perçeminin altında kaybolur. Dudaklarını hafif araladığında bembeyaz ıslak dişleri görünür. Askılı ve mini giyer. Her Cumartesi gecesi bardadır. Oturmamacasına danseder. Birlikte gittiği erkek arkadaşlarının biriyle bile yatmamıştır. Yatamayacaklarını bilirler. Bunu bardaki diğer erkekler de bilir. Lezbiyen olduğundan falan değil, ilişkilerin lay lay lom tarafında olmadığından.
Eskişehirli bir imamın kızıdır. Kaç kez hatim indirmiştir. Allahına kadar inanır, içki içmez ve evine alkol namına bir şey sokmaz. Ama hiç umulmadık gece mekanlarını, gece alemini tanır. Hatta o alemde sözü geçer biridir. İlk iki karısını öfkesiyle yıldırıp evden kaçırtan ceberrut babasına postasını koymuş ve evini terkederek İstanbul’a gelmiştir. Niçin mi? Futbol aşkı için, futbol oynamak için. İstese ekmeğini taştan çıkarır ama arabası olduğu için buna gerek duymaz, arabadan çıkarır. Korsan taksicilik yapar. İsterseniz sizi Bakırköy’den taksim’e on ikiye götürür. TEM yolunda s çizerek trafiğe sağ-sol çeken güzel bir bayan sürücü görürseniz odur.
Yakın zamanda, evinde kalan bir martıdan takı yapmayı öğrenmiştir. Takıların her ayrıntısı onun aklından, gözlerinden ve ellerinden geçer. Siz onları alır, kendinize göre anlamlar yükleyerek bakarsınız. Takı yapmaya başlayalı beri pazarlara tezgah açmaya, bu yüzden de arabasını çoğunlukla kiraya vermeye başlamıştır. Korktuğu tek şey –karıncaları ve karafatmaları saymazsak- araba kullanırken bayılmaktır. Dünyanın tüm yükünü omuzlarına almış, herkesin derdini dert etmiştir. Gazete ilanıyla bulduğu ev arkadaşı Serda bile koskocaman, çalışan bir kız olmasına rağmen ona yüktür. Akşam neden geç kaldığı, evde yalnız kalırsa korkup korkmayacağı, parasız olma olasılığı, konuklarının evden doygun çıkıp çıkmadıkları, hastalıkları, sevgili sorunları, abi-kardeş kavgaları... hep ona derttir. Köpekle fare arası o evcil yaratığına saygılı davranılıp davranılmamasını bile dert eder. Böyle şeyleri belki herkes dert eder ama onun kadar değil. Öyle dert eder ki yaratığı sevmekte geciken Serda için salona ya sev ya terket sloganı bile asmıştır. Zaten on beş günde bir, ev bulması için on beş gün süre tanıyarak kovar.
Değerleri önünde pürüz gibi hissettiği herkese, her davranışa kızar, hepsi için kriz geçirebilir, migreni tutabilir ve bayılabilir. O yüzden buzdolabının yarısı ilaç doludur. Sakın ne ilacı bunlar gibi sorular sormayın, nedenini biraz sonra anlayacaksınız.
Laf atmaya, yan bakmaya dayanamaz. Kızmaktan gülmeye, gülmekten kızmaya kolayca geçer ve çok kızdığında parmakları demir bir sapın ışıldayan düğmesine basar. Demir saptan iki yanı keskin bir bıçak ileriye fırlar! Boşuna da fırlamaz, ayda ortalama üç adama girer. İstanbul’da onun tarafından bıçaklanmış onlarca adam dolaşmaktadır. Bu adamlara daha sonra ne olduğunu, hangi hastanelerde tedavi gördüklerini, ölüp ölmediklerini saf bir şaşkınlıkla merak eder. Geçenlerde, kırmızı ışıkta iki sıra yandaki arabadan kafasını çıkarıp sevişelim mi yavrum diye bağıran birinin önüne tüm trafiği keserek sapmış ve gel sevişelim, yalnız ben biraz ateşli sevişirim diyip adamda ilave üç delik açmıştır. Ya sustalıyı gören adamın bacı bacı diye yalvarmasına verdiği cevap! ... İstanbul sokaklarında, bıçağının yarasını taşıyanların üç beş katı kadar da küfürlerinin acısını taşıyan vardır. Çünkü her gün bir sürü adamın da anasını siker. Bu eylemi her beş cümleden birinin sonunda yapar. Bunları yaparken de yalnız kendini değil bütün kızları koruduğunu düşünür. Her eyleminin sonunda bi daha bir kıza laf atsınlar da göreyim der. Bu onun toplumsal bir görevi yerine getirmiş olmasının verdiği rahatlıkla oh çekişidir. Tam bir ilke kadını olarak her gün sekiz kiloluk dambılla çalışır. Pazuları benimkilerden iyidir.
Raporludur. Mecazi anlamda söylemiyorum, resmen raporludur. Dilediğini bıçaklayıp dilediğinin –en çok da ev arkadaşı Serda’nın- amına koyabileceği devlet tarafından tescillenmiştir. İşte bu küfürbaz kız yarım saatte bir, yoldayım geliyorum diyip bizi bekletmese, biz de ona kızıp nasılsa para buluruz diye evden çıkmasaydık şimdi ne burada, ne de bu durumda olurduk.
Bir parktayız ve kelimenin tam anlamıyla beş parasızız. Kürdistan’ın her şehri bir banka, bir ağaç altına, bir duvar üstüne yerleşmiş. Erkekler, örgü hırkalarını omuzlarına almış, ağarmış sakalları, bükülmüş belleriyle boşluğa bakar gibi bakıyorlar. Ağızları yarı açık. Başörtülü eşleri, koyu renk giysileriyle bulundukları köşeyi çiğdem çekirdek çitlemeye hazırlıyorlar. Kürdistan’ın ve evlerinin iklimini taşıyorlar her yere... İklimleri içlerine, İstanbulsa sırtlarına çökmüş. Kimbilir kendi yurtlarında nasıl civandılar ve her taşı nasıl ayrı seker, geçen her bulutla nasıl tanışırlardı... evlerine misafir olmak istemezdiniz. Hiçbir zaman o kadarına layık olamayacağınız misafirperverliklerinin altında ezilirdiniz. Oysa şimdi ne kadar salak ve silik görünüyorlar... çabucak parlamaları, kavgalara girmeleri bastırılan büyük isyanlarının küçük isyanlara bölünmesinden başka bir şey değil. Salıncakta sallanan, kaydıraktan kayan çocuklarını sakınarak izliyorlar. Bir yandan da cesaretlerini, becerilerini ölçüyorlar farkına varmadan. Delikanlılar ve kızlarsa arz talep eğrilerini kesiştirme peşinde.
Çaresiz o küfürbaz kızı aradık. Bekleyin. Bekliyoruz. Son yüz elli bin liramızı bir bakkalın kulağının arkasındaki bitmeye yüz tutmuş kaleme karşılık verdik. Bu parkta beklerken, dün ve bugünü ikimiz ayrı ayrı yazmak istedik. Sigaramız yok, en kötüsü de bu. Biraz önce çıktığımız kültür merkezinde, bir alman resmettiği Nazım şiirlerine bakarken, sigarasız kalabileceğimizden tedirgin olarak iki kişiye bir sigara hesabıyla son sigaralarımızı içmiştik. Şiirler resimlerin tam ortalarına yerleştirilmişti. Türkçe yazılmışlardı. Birinde, dar bir sokağa taş yerine şiir döşenmişti. Harfler ustaca kırılmış, sokağın iki yanında keskin kenarlı kaldırımlar oluşturulmuştu. Şiirde dar sokak, dar sokakta şiir... Kültür merkezinin üst katı kapalıydı, mühürlenmişti. Asıl garibimize giden de açık katta iki odanın mühürlenmiş olmasıydı. Bu odalardaki eski koltuklar izinsiz toplantı yapıldığının kesin kanıtlarıymış. Mührün ipini duvara tutturan incecik çivileri yokladım. Çok kolay çıkıyorlardı... gülümsedik. Devletle tanışıklıkları çok eskilere dayanıyordu. Devlet onları, onlar devleti çok iyi tanıyorlardı. Daha önce bir düğün salonuyken bulunmayan eksiklikler şimdi bir bir bulunuyordu. Kütüphane, müzik ve tiyatro atölyesi, stüdyo, süs niyetine asılan kırık sazlar... ama aklımızın bir yanı beş milyondaydı.
Küfürbaz’ın evinden buraya gelirken kendi evimizden minibüslük daha uzaklaşmıştık ve dönüş parası iki katına çıkmıştı. Birbirimizin gözüne bakıyorduk. Konuşmakta olduğumuz yöneticisinden borç isteyeceğimizi biliyorduk ve bu ağır geliyordu. Bu adamların hiç paraları olmaz zaten ama bir beş milyonları da olur diye ummuştuk. Yokmuş. Çayları ve suları varmış, içtik. Klişe bir propaganda konuşmasını yarıda kestik. Galiba biraz soğuttuk kendimizden. E benim dostum, her toprağa aynı gübre atılmaz ki, önce biraz tartsan karşındakini! Boş masalar... Bedeller ve çabalarla sonuçlar arasındaki korkunç farklar. Hep tenha mı burası? Ben de ne zaman gelsem tenha görüyorum ama pikniklerine dört beş bin kişi geliyor. Ciddi mi, şimdi bu boş masalar daha üzdü beni ama yine de bu çok iyi. Evet. Üstelik çok disiplinliler. İçki ve mangal yok. Herkesin mangallık gücü olmadığı için mangal yasak ama döner ekmek tezgahı kuruyorlar, herkese çok ucuza döner ekmek veriyorlar. Bazen kaçak içki içenler oluyor, onları uyarıyorlar, uymayanları da piknik alanından çıkarıyorlar. Sen gelmeden birkaç gün önce Hande’i de götürmüştüm. Oğlu tutsak bir anayla aynı sofraya düşmüştük. Tanırsın belki, Güzel Ana. Görsem tanırım belki ama hatırlayamadım. Ankara’ya falan gidiyorlar ya sık sık, Adalet Bakanlığı’na Başbakanlığa... o tür faaliyetleri finanse etmek için fanila tişört falan satıyorlar. O gün pikniğe katılanlardan birinin dükkanına gitmişler. Adam ihtiyacımız yok demiş. Ana giderken de dur dur demiş arkasından, almayacağız ama şu beş yüz bin lirayı alın. Ana çok kızmış tabii, biz sadaka toplamıyoruz demiş, eğer genç olsaydın gençliğine verirdim ama genç de değilsin. Bunu anlatırken ana nerdeyse ağlayacaktı. Hande’e baktım, gözleri ateş olmuş, put gibi dinliyordu. Ananın sözü bitince ayağa fırladı. Nerde teyze o adam dedi, amına korum ben onun. Adam ordaymış ama ana göstermedi.
‘’ Yoldaş senin bir gülüşün
Bir dostunun yarasını saramıyorsa artık
Sen artık kendin değilsin’’
O küfürbaz kızı aradık yine. ille de söyleyiyormuşuz: hiç parası olmadığından ihtiyacımız olan parayı ev arkadaşından alıp gelecekmiş. işten dönmesini bekliyormuş.
Önümüzde oturan Kürdistan kalkıp gidecekmiş gibi doğruluyor. Doğrulurken yerden parlak tütün tabakasını aldığını farkediyorum. Dur amca, sen bize lazımsın! Gülümseyerek bakıyor, duruyor. Yanına vardığımda çimenlerin üzerine geri oturmuş oluyor. Yanına oturuyorum. Bu tabakada tütün var mı? Var. Nerenin? Diyarbakır. Ben de hep diyarbakır içerim. Anladı. Al sar, bir sigaralık bırak yalnız. Buradan beş altı sigara çıkar. Bu tabakanın sarma mekanizması yok mu! Kırdım, boşuna yer kaplıyordu. Ben elle sarmayı pek beceremem ama... Yüzüme bakıyor. Alışkın elleriyle sigara sarmaya başlıyor, nerelisin? Demek konuşmalarımla olasılık olan kürt olmamaklığım sigara sarmayı bilmemekliğimle kesinleşti. Egeliyim. İlk sigaraları sarıyoruz. Onunkiler sıkı birer dolma, benimkilerse beslenme yetersizliği çeken şiş göbekli birer çocuk. Altı sigaradan sonra tabakada bir sigaralık tütün kalıyor. Tam onun ve benim istediğimiz gibi. Cebinde siyah bir kalemin kapağı görünüyor. Sırtından bakınca kaleminin olmayacağını tahmin etmiştim, yanılmışım. Şu da biz de kalabilir mi, ödünç? Sizin olsun. Yok, bir şeyler yazmamız gerekiyor da, giderken veririz. Gülümsüyorum yalnızca. İnsanın bu kadar güzeline teşekkür edilmese de olur, çünkü verirken fazlasıyla mutlu olurlar. Teşekkür etmeden kalkıyorum. Bakışıyoruz ve o da gülümsüyor.
‘’ gidersen hani sığınaklarım?
eksilir, zarar kalırım
yeni günün tenine dağılır yaralarım
sana yağmur diyorum! ’’
Geri dönüyorum. Mutluyuz, yeterince sigaramız ve yeterince kalemimiz var. Beklemek biraz daha kolay.
Şimdi sen, dün erken saatlerde evden çıkarken, çoktan doğmaması gereken yerden doğan güneş gökyüzünü boylamıştı ve biz de pikniğe geç kalmamak için aceleyle hazırlandık gibilerden uzuuuun bir cümleyle başlarsın di mi canım? İlk cümleyi gösteriyorum, sen öyle san canım! Kurgu diye bir şey varmış ve biz de bunu el yordamıyla öğreniyoruz. Dil çıkarıp ilk tümcelerimi gösteriyorum: Kürdistan buraya taşınmış. Her şehri bir banka, ağaç altına, duvar üstüne yerleşmiş. Naber güzelim, bozuldunuz mu? Eh bi şeyler öğrenmişsin! Yazmayı bıraktık, sarma sigaraların tadını çıkarıyoruz. Zaten yanımdaki martının bıdı bıdısından yazmak mümkün değil. Akşam belli saatten sonra belli kadınlar gelirmiş de, bu semtte başörtülü ev hanımları fuhuş yaparmış da, biraz sonra, hava kararmaya başlayınca kıyıda köşede pazarlıklar da başlarmış da falan filan... Ben şaşkın, gözlerim kocaman –hiç anlamam böyle işlerden, kadın gelip senle yatalım mı dese hastaneye mi diyecek kadar olmasa da ona yakın salak- nasıl yapıyorlar bu işi, pezevenkleri de oluyor mu? Oluyordur herhalde, bilmiyorum ki, daha önce hiç gelmedim, bana da abim anlatmıştı. Eee! Abin ilgileniyor mu bu tür işlerle? İlgilenir o, herkese mavi boncuk dağıtır, öyle bilinçlidir ki, mesajlarını ne yana kıvırtsa olur cinsinden verir.
‘’Manuel, dağ rüzgarı,
yaşıtımdı, hep yirmi yaşında kaldı,
dünyanın defne dalı, Manuel! ..
Dağlardaki ateştedir gülüşün,
hala peşindeyiz o eski düşün...’’
Şu senin tütün tabakasını bıraktığın kadının evi uzak mı, hazır buralara gelmişken alsak? Yoo değil, on beş dakikada yürürüz. İyi o zaman, şu küfürbaz kızı beklerken gidip alalım. Olur canım alalım, ama dur bi o küfürbazı arayalım... Alo! ... Evet benim! ... Ne zaman geldin sen! ... Hande ne yapıyor? ... Ne? ... İyi tamam! Serda çıktı, Hande bizimle görüşmek istemiyormuş! Siktiret, canı isterse! Bizim sorunumuz değil, kendi bilir. Kalk, şu tabakayı alalım ben seni eve götürürüm! Nasıl, en az on beş kilometre ysl? Gözüme bak! Götürür müyüm? Evet, götürürsün! Kalk o zaman, sırtımda bile taşırım seni... Ağzımda büyüyen bir martı gagası....
Kadın tabakayı apartmanın altındaki bakkala bırakacaktı sözde, bırakmamış. Zil... pencerede bir kadın. Hiç istifini bozmadan ısrarla bakıyor ve ben ısrarla bakmıyorum, hatta kıçımı dönüyorum. İzle! iyice bak ne göreceksen! Kapı açılıyor, benim martı elinde tütün tabakasıyla dışarı çıkıyor. Kadın yine pencerede. Adım gibi biliyorum, o bir pencere baykuşu. Nefret ettim. Önyargıysa önyargı..ikmişim bilincini, sadece nefret etmek istiyorum ve de gerine gerine ediyorum. O kadar merak ediyorsan baykuş gibi bakacağına gelip elimi sık! Konuş! Sözümü boşver, bari sesimi duy ve ne bok olduğumu anla!
Arabalar vızır vızır, kaldırımlar dolu, vitrinler ışıltılı. Sanki herkes bize inat, göstere göstere para harcıyormuş gibi geliyor. Bir pastanenin yanından geçiyoruz. Vitrin nefis. Dört köşe bir pastanın üzerine kül kedisinin kabaktan arabası kondurulmuş. Kapıları, pencereleri, tekerlekleri, kabağın sapı, önünde kişneyen iki beyaz at... her şey masaldan fırlamış gibi. Yalnız kül kedisi ortalarda yok. Belki de akşama prensi ayarlayacağından emin ayakkabısının kaybedeceği tekini arıyordur. Ona aşık olan mahallenin salak, karayağız delikanlısı da avucunu yalayarak buralarda bir yerde bakınıyordur. Ne kadar nefis koktu değil mi? Evet ya, çok güzeldi. İmalatı içerde yapıyorlar herhalde. Bu pastalardan birine ayıracak sadece bir milyonum olsaydı çoktan küçük bir parçayı götürmüştük. Ama dört milyonum olsaydı almazdık. Niye? Onunla eve giderdik. Gülümseyen bir martı gagası. Ben sana o kadar güzelini yapacağım ki benden önce onu yemek isteyeceksin! Neydi senin yapacağın pastanın adı? Trimisu. Hani anlatmıştım fırına gerek olmadığını, karışımı buzluğa koyacaktım falan. Ha evet, anlatmıştın daha önce ama isim isim değil ki akılda kalsın! ... Biliyor musun, şu kokuları duyunca farkına vardım, bayağı acıkmışım ben. Eve gidince ne yaparız? Bi şey yapmaya gerek yok dolapta tavuk vardı. ama bunu Hande’e söyleme e mi? Niye? Yanında sakın tavuk deme, biz evde tavuk yerine hep çikın derdik. İyi de niye? Tavuk lafına tiki var, duydu mu pu diye tükürür, anana da düz gider. Gülüyorum. Artık bana sırık diyemeyecek! ...
Dit di di dit dit... DİT DİT! Pembe martının cep telefonu. Det iz it! Bu o! Hande! Sevgili küfürbazımız. Napıyoruz? Eve gidiyoruz? Nasıl? Yürüyoruz! Bekleyecekmişiz, gelecekmiş? Nerde? Geçen gün politik piknik için buluştuğumuz yerde! Beklemeliyiz. Sadece beş milyon için değil bugünkü davranışların bir açıklamasını da duymak için. Duymadan önce de iyice bir surat asıp kızmak ve bir iki de laf oturtmak için. O yerdeki iki araçlık girintiye mobilya mağazasından bir koltuk konmuş, kimse parketmesin! Parkediyorum. Cadde kenarına koltuk atıp oturmuş bir adamım! Napıyorsun ya ysl? Oturuyorum, giderken de canlı manken parası istiycem, sen de şöyle koltuğun başına otur da iki kişilik ücret isteyelim! Arkada bir adam, oturun tabii diyor, valla iyi reklam.! Ve bunları sadece baş sallayarak söylemeyi başarıyor ya da ben bunları baş sallamasından anlamayı başarıyorum... Beş yol kavşağındayız. Bu kız her yoldan çıkabilir. Algıda seçicilik! Reno ts-ler sivil otosu olurdu eskiden, şimdi her tofaş şahin Hande’in arabası oldu! Koltuk rahat, canlı mankenlik de iyi gidiyor ama beklemek sıkıcı... bir çay olsaydı...vakit ilerliyor. Hava karardı. Yine gelmezse yürüyerek gitmemiz bile zorlaşacak, şimdiden yoruldum.
‘’başkaları için de bir diyeceğin olsun,
tasada ve bunalımda,
ve seni mutlu edecek her şeyi,
söyle onlara da!
Bir şarkı olsun dudaklarında.’’
Dit di di dit dit... DİT DİT! Nerdesin? Polikliniğin karşısında! Polikliniğin yüz milyon tane karşısı var, nerde bu? İşte orda! Beyaz şahin. Yarım don, yüz güzeli manken bir çocuk silecekleri kaldırmış camları siliyor. Hande ona çık lan sil şu camları demiştir.
Sabahtan beri beklediğimiz, kaçtır geleceğim diyip de gelmeyen, üstüne bir de telefona arkadaşını çıkarıp bizimle görüşmek istemediğini söyleyen kızla görüşme senaryolarımı aceleyle gözden geçiriyorum. Manken çocuk hiç ilgilenmiyor bizimle. İlgilendiği yanımdaki martı aslında. Ama martı, bir manken yerine, benim gibi ilgilenilecek ne bulunduğu meçhul bi adamla ilgilenmeyi tercih ettiği için her anlamda kıçını dönmüş durumda. Ön yolcu kapısını açıp bakıyorum. Karşımda içten, alabildiğine masum bir bakış. Bir de gülümsüyor, otuz iki diş meydanda! Hadi atlayın! Nereye? Arabaya! Niye? Eve gitmeyecek misiniz? Evet! Penceresinden kafasını çıkarıp ön tarafa uzatıyor, manken çocuğa doğru. Yeter lan cam aşındı tamam. Götünü sallayıp durma da gir içeri! Kafasını tekrar içeri alıyor. Hala açıklama bekleyen gözlerime döndüğünde dudaklarına çoktan dünyanın en tatlı gülümsemesi konmuş oluyor. Gözleri berrak bir su gibi, sadece iyilik taşıyor. Bir tür çektirme şakası mıydı yaptıkları? Öyleymiş. Akşam okeyde yendikten sonra, çiğdemleri almaya gittikleri benzin istasyonuna kadar dalga geçerek eşlik etmişiz ya! Eee? İşte onun intikamını almış bizden!
Bizim sokağı polis kapatmış. Barikatın önünde iniyoruz arabadan. Hadi sırık iyi akşamlar diyor gülerek. Tüm zamanlarımın en kötü gülüşünü dudaklarıma yayıyorum:güle güle tavuk!
Öfkeli bir iğrenmeyle büzüşüyor dudakları: Puu!
‘’Öfke çaresizliktir bilirim,
çaresizliğine ölürüm.
Sesinde açan bulutlara,
inan her şeyimi veririm! ’’
Lastiklerini öttürerek kalkıyor, Tarlabaşı’na doğru uçup gidiyor.
UYSAL HİMMET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder