6 Aralık 2006 Çarşamba

CEYLAN ŞİMŞEK: ABİ SEN DEVRİMCİ MİSİN?





DESEN: ADNAN DURMAZ


ABİ SEN DEVRİMCİ MİSİN?


İçsel tınımı hazır bulmuşken biraz düş dünyama gezintiye çıkmıştım. O da ne? Asık yüzlü kapı başlığım çattı kaşlarını. Peltek gözlü pencerem perde beğenmiyordu. Evimin cüssesi öyle korkunçtu ki, cüce olmasına karşın çatısında kırmızı renkli kiremitler yerinden oynuyor, hafif bir rüzgârda konuşuyorlardı. Bir de bacası vardı ki, mahalleye kafa tutuyor, kara dumanlar püskürüyordu.


Tınımın yorulmadan bir yere çıkacağına inanıyordum.

Bu kez bir düzlükteyim. Ağaçlar yürümekte mi, durmakta mı, gözüm kamaştı. Yaprakların renkleri yeşil mi? İlerde bir tepe, daha ilerde bir dağ, beyaz bulutlar okşamakta gökyüzünü. Usul usul uyumakta mı derinlik? Bir atlı geliyor uzaktan... Bir kuşun kanatlarına takılmış rüzgâr... Ağaçların dallarına yerleşiyor. Yaprakların tozlarını yalıyor şimdi.

Atlı yaklaşıyor gittikçe...

Yüreğim yüzmede, kurbağa yavrusu gibi acemilik çekiyor.

Atın üzerinde kara yağız bir delikanlı... Gözleri, gözlerimin içine akıyor. Korkma mı desem o anki şaşkınlığıma... Biraz önce düşündüğüm gibi yüreğim. Bulandırdığı suda kurbağa yavrusu...

Atlıyla aramızda beş-on adım kaldı kalmadı. Ayaklarım yerden kesildi. Olduğum yer daralıyor, zaman çok hızlı akıyor. Atlı ipini gerdirdi yularından. Durdu at... Dört ayağının üzerinde soylu bir akışı var... Açık kahverengi rengi. Yelesi simsiyah. Gözleri sahibinin huyuna ayarlı mı deyim uyarlı mı... Bakıyor.... Kaldırdım başımı, şimdi atlıya bakıyorum. Öyle emin oturmuş ki, binmede ustalığını kanıtlıyor duruşu. Karayağız bir delikanlı. Kara gözlerinden açık bakışını gördüm yüzünde. Dudakları kıpırdadı. Bir ses dile geldi:

—Abi sen devrimci misin?

Beklemediğim bir soru. Ama okumuş gibi beni, başımdan aşağı... Dilimin ucuna önceden sürülmüş bir mermi gibi yanıtım:

—Devrimciyim, dedim.

Biraz daha haz duydu. Yüzüne bu hazzın sıcaklığı yayıldı gözlerinden. Sigarasını bölüştü benimle.

—Abi, karnın açsa, karşıdaki evler bizim. “Tugay’ın arkadaşıyım.” de bizimkilere... Doyururlar seni.

—Teşekkür ederim kardeşim, dedim. O atını sürdü, gideceği yere. Ben de yoluma yürüdüm. İçinde, yüreğine giden yol, içinden dışına taşan duygu arasında ince, ipince oya ipliği gibi bir öz duruş. Yürüyordu belki de... O öz duruş, duyduklarından sonra sektirmeyen refleksiyle nişan aldığı yeri on ikiden vuruşu gibi...

Düşlerimin tınısı, öyle bir verime dönüşüyor ki, içimde varolduğum bir duyguyla buluşuyorum. Devletle sorunum olsa da, yollarla sorunum yok. Devletin dışında her şeyle barışığım.

Kaçağım...

Atlı, hâlimi anladı. Gözünden kaçmıyordu bir şey.

Söylediği evlerin arasından geçiyorum. Dışarda kimseler yok. Benim de sapmaya niyetim yok. Yolun boyunda sıralı evlerden son evi de geçmek üzereyken bir ses duydum. Sesin geldiği yöne baktım: Orta yaşlı, irice bir adam.

—Bir şey mi dediniz, dedim.
Kaçağım... İçimdeki ürküntüm, böyle durumlarda hazır ola geçer.

—Silâh arıyorsan, bizde bulunur, dedi.

Nedense, ömrümde duymak istemediğim en sevimsiz teklif.

—Öyle bir sorunum yok, dedim.

İçimdeki yolculuk beni yormuştu. O adamın teklifi ruhumu büsbütün bozmuştu.

Aşağıda çay akıyor, aldırmaksızın hiçbir şeye... Öyle rahat... Taşlar bile duruşundan emin. Güneş tepemi kaynatmaya devam ediyor. Oturdum bir taşın başına. Sigaramı yaktım. İçmeye başladım tedirginliğimi...


Bir başka gün aynı yoldayım. Mevsim kış. Hava gene güneşli. Ama sakin. Atlıyla yeniden karşılaştım. Oturduk, söyleştik. Onun zamanı yoktu. İşi varmış. Ben kaçaklığımı sürdürüyordum.

Çayın kıyısındayız. Karşıya geçmem gerekiyor. Çaydan karşıya geçebilecek bir yol bulabilmem için atını akan suya sürdü. Çayın ortasına varınca durdu.

—Geçilir, dedi.

Pantolonumu çıkardım. Bir elimde pantolonum, bir elimde ayakkabım karşıya geçtim. Su boyumu yutmaya yakındı. Bana karşıdan el salladı. Gülümsedim yalnız. Karıştım ağaçların arasına sonra.

İçsel tınımın dürtüsüyle uyandım düşlerimden.

Günler birikti ay oldu. Aylar üst üste tünedi yıllara döndü. Kaçaktım, yakalandım, hapiste yattım. Bir gün geldi, çıktım.

Bir gün, o atlıyla karşılaştım.

—Sen O’sun, dedi bana.

Adı Tugaydı. Konuştuk bir kahvede, bir saat belki.

Bir yıl sonra gene karşılaştık bir kahvede, “Normal değil!” dediler. Hapishanede dövmüşler. “İşkence görmüş!” dediler. Ne denli doğru bilmiyorum. Ama bir darbe almış kafasından, aklî dengesini kaybetmiş. Bir daha da karşılaşmadık.

Sonra duydum, karısını kesmiş. Çocuklarının anasını... Tutuklanmış... Rapor vermiş adli tıp, aklî dengesi olmadığı için. Şimdi dışardaymış...

Yaşamın bir yerinde diyorum, geçmiş olmasına karşın, atıyla gelişi, atıyla uyumlu duruşu ve bana “Abi devrimci misin?” dediğinde içindeki yangını söndüren dayanışma duygusu... Karşılaşsam, anlatsam, kısacık ama ilginç anılarımızı... Duysa da anlamını bilincinde canlandırabilir mi?

Duvarda bir resim. Resimde bir ev. Evin kapısı kapalı. Kapı başlığının üstünde öküz kafası. Kemik rengini eskitmiş. Nazar değmesin diye takmış olmalılar. Evin önünde ters dönmüş bir tencere. Bir ağaç var yanı başında. Kurumuş, cılız, gövdesi titriyor. Neredeyse, resmi önümde canlı bir manzara gibi göreceğim. Bu gidişle galiba ben de delireceğim........



CEYLAN ŞİMŞEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder